Şafak ha söktü ha sökecek, güneş ha doğdu ha doğacak ve vapur ha geldi ha gelecek.
O şafak söktü, o güneş bir daha batmamak üzere doğdu ve üç gün önce bir Cuma selamlığı sorası yola çıkan o vapur Karadeniz’deki üç günlük yolculuktan sonra bir 19 Mayıs sabahı Samsun açıklarında demirledi.
Yolcuları çıktılar karaya başlarında bir kumandan, kafalarında bir kutlu dava, yüreklerinde bir inanmışlık ve adanmışlıkla.
“Hâkimiyet-i Milliye ve İstiklal-i Tam(Ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık)” yolunda “son kurşun tükeninceye, son dağ başı mezar oluncaya” kadar vuruşmak azmi ve kararıyla ve de içinden çıktıkları milletin cevheri aslisine duydukları sonsuz güvenle…
Yol uzun mu uzun, yol sarp mı sarp, yol çetin mi çetindi ama onlar hiç umursamadılar; hiç durmadılar, hiç dönmediler, bırakın dönmeyi, bunu düşünmediler bile. Hani dereler çaylara, çaylar ırmaklara akar da sonunda ırmaklar birleşir nehir olur ya, onlar da öyle büyüyerek ve güçlenerek ve de tüm bentleri yıkıp geçerek çoğaldılar, güçlendiler ve hedefe yürüdüler.
Amasya genelgesi, Erzurum ve Sivas kongreleri derelerin çaylara, çayların ırmaklara akmasıdır aslında. Nehir daha sonradır, nehir Ankara’yı beklemektedir. 19 Mayıs’ta Samsun’dan yola çıkanlar 27 Aralık’ta Ankara’ya ulaşacaklardır giderek büyüyen umutlar taşıyarak.
Ağıtlara beşiktir Anadolu. Ağıtla dillendirir acısını o yurdun kadını. Ana, abla, bacı, hala, teyze ve de eş, sözlü, nişanlı, sevdalı kadınlar, kimi Yemen’de kalana ağlar, kimi seferberlikte gidip de dönmeyen Mehmet’e. Bir yandan gidene ağlar öbür yandan yeni bir aslanı büyütür koynunda, sırtında, tarlasında, tumbunda. Yeni bir aslan yeni bir kurbandır ayı zamanda.
Kına yakmak bir gelenektir Türk töresinde, ama sıradan bir gelenek değil. Kurbanlık koça, gelinlik kıza yakılır kına, bir de askere giden evlada. Kurbanlık koç misalidir o günlerde askere gitmek. Gitmek ve çoğu kez dönmemek; geride kalanlara düşense “millet sağ olsun” demek.
Bir yolculuk ki, kimi asker kimi sivil, kimi daha düne kadar kaçan çeteci kimi onu kovalayan jandarma subayı, kimi medreseli kimi kolejli, kimi aşiret reisi, kimi Avrupa eğitimli ve hepsi bir imanla, bir idealle bir arada yürümekte, koşmakta, vuruşmakta… Öyle bir koşu ki, öyle bir vuruşma ki düşene dönüp bakmak yok o yürüyüşte, o vuruşmada.
Gözler ileride, gözler tam bağımsızlıkta, gözler ilk hedefte, Akdeniz de. O günlerde Ege Denizi diye bir deniz yoktur bizim lügatimizde, şimdilerde Ege Denizi denen denizin adı da Akdeniz’dir. Onun içindir ki Başkumandanın ilk hedef emri Ege Deniz’i değil Akdeniz’dir.
Bir şanlı destandır o yokluk günlerinde yazılan ve de bir şanlı zaferdir her türlü zorluğa ve ihanete rağmen milletle el ele, omuz omuza kazanılan. Sadece bizim için değil tüm mazlum milletler için de bir ilktir ve bir büyük örnektir.
Bakmayın siz kimi tarih bilmez cahillere ve de Türklükle kavgası olan eziklere, o zafer doğudan batıya, kuzeyden güneye tüm ezilen halklara, milletlere ilham kaynağı olmuştur. Yirminci asrın ulusal kahramanlarının hemen hepsinin anılarında Türk Milli Mücadelesinden ve onun eşsiz başkumandanı Mustafa Kemal Atatürk’ten aldıkları ilham vardır.
30 Ekim 1918’de Mondros’ta kararan Türk’ün güneşi 19 Mayıs 1919’da Samsun’da bir daha batmamak üzere doğdu.