e kulağım kulak, ne gırtlağım gırtlak ne de ayağım ayak, ne adam gibi bir şarkı ya da türkü söylemeyi becerebilirim ne de adam gibi bir halay çekip horon tepebilirim. Ortaokul bitirme sınavımda Plevne Marşı’nı söylemem istenmişti de daha üçüncü hecesinde sınıftan çıkarmıştı okul müdürümüz rahmetli Üzeyir Karamollaoğlu; “çık dışarı bu marş böyle okunmaz” demişti. Üzeyir Karamollaoğlu, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun babasıdır.
Üniversite yıllarımda da halay kursundan kovulmuştum. Sivas halayı havalıdır, asildir ama bir o kadar da zordur, bana hepten de zor gelmişti. Daha ikinci gününde hocalar benden bir halt olmayacağını anlamış olmalılar ki “sen git” demişlerdi.
Beceremem ama şarkı ve türkü dinlemeyi, halk oyunlarını seyretmeyi inadına ve de delicesine çok severim. Ben türkülerin koynunda, doğudan batıya, kuzeyden güneye bir nehir gibi akan türkülerin kavşağında Sivas’ta, Anadolu’nun tam da göbeğinde büyüdüm. Yaz gecelerinde damlarda yatılır ve türkülerin eşliğinde uykuya varılırdı. Düğünler üç gün üç gece sürer, erkekler halay çeker, sinsin döner, kadınlar kızlar kendi aralarında çiftetelliye dururlardı.
Çocukluk ve gençlik yıllarımın tartışılmaz kraliçesi Muzaffer Akgün’dü; her türküyü güzel ama “kışlalar doldu bugün, doldu boşaldı bugün/gel gardaş görüşelim ayrılık oldu bugün” türküsünü güzelden de öte okurdu. “Ezo Gelin” de o günlerin bir başka zirve türküsüydü. Bir kısmı vatanda bir kısmı ise Suriye’de kalan, kalmaya mahkûm olan Türkmen’in feryadını dillendirirdi: “Ezo Gelin, çık Suriye Dağlarının başına/güneş vursun kemerinin kaşına” derken kavuşması imkansız bir sevgiliye hasreti dile getiriyordu.
Gençlik yıllarımda bir kısmını salonlarda, konserlerde dinleme, bir kısmını yakından tanıma şansına sahip olduğum ses ve saz sanatçıları geçmişimin hem mutluluk hem gurur kaynağı, Hakk’a kavuşanlara rahmetler, yaşayanlara sağlıklı uzun ömürler diliyorum.
Son zamanlarda dinlemekten büyük keyif aldığım ses sanatçılarının başında ilk sırayı Melihat Gülses’e ayırıyorum hem de hiç değişmeyecek şekilde ve tartışmasız. Sonraki sırada ise Dilek Türkan var. Bu bayramda bir de Oya İşboğa’yı dinledim, onu dinlemekten ne kadar keyif aldıysam geç kalmaktan da o kadar büyük üzüntü duydum. Şimdi artık dinleme listemin vazgeçilmezleri arasında ve ilk sıralarında Oya İşboğa da var.
Türkü sevdam demiştim, koynunda büyüdüğüm sihirli ezgi demiştim; türkü deyince elbet Aysun Gültekin gelir aklıma ilk isim olarak. Muhteşemdir tek kelimeyle, hem sesiyle, hem tavrıyla hem de repertuvarıyla. Bu bayramda bir türkü ustasıyla daha tanıştım: Adile Kurt Karatepe… Allah ona muhteşem bir ses vermiş, ama o, Allah’ın verdiğini kul eseri türkülerle öylesine bütünleştirmiş ve icra ederken öylesine vakur, öylesine zarif ki, muhteşem…
Türk’üm ve Türk’ü seviyorum, Türk olup da Türk’ü sevip de türküyü sevmemek, türkülerle coşmamak, zeybeklerle dünyanın böğrüne diz vurmamak ve hançer barında kendinde geçmemek, çayda çırayla kına yakmamak olur mu?
Türk olup, Türk’ü ve türküyü sevip de Yemen’de kalan Mehmet’e, Çanakkale içinde vurulan gence ve yad ellerde hüzün içinde eski günlerini arayan ve geleceğini düşündüğü yeni evlad-ı fatihanları bekleyen Vardar Ovası’na yanmamak olur mu?
Türk’ü sevmek aynı zamanda Türk Sanat Musikisini de sevmektir, Itrı’yi, Dede Efendiyi, Hacı Arif Bey’i, Münir Nurettin Selçuk’u, Safiye Ayla’yı, Müzeyyen Senar’ı, Nevzat Atlı’yı, Serap Mutlu Akbulut’u sevememek ve dinlememek olur mu?
Bu isimler benim bildiklerimden ancak buraya sığdırabildiklerim. Bu toplumun sevdalısı ve sanatçısı şükürler olsun, saymakla bitmeyecek kadar çok ve anlatılamayacak kadar kaliteli. Buraya adlarını yazamadıklarım affetsinler, cümlesi de var olsunlar…