27 Mayıs’ı yazınca, nasıl, Alparslan Türkeş’i, Adnan Menderes’i yazmamak olmazsa İsmet İnönü’yü de Celal Bayar’ı da yazmamak olmaz. Celal Bayar’ı belki de ileri de “Yassıada’nın kahramanları” başlığı altında diğer birkaç isimle birlikte yazarız.
Daha önce de yazmıştım; ben Demokrat bir evde “Adnan Menderes’e düzülen övgüler, İsmet İnönü’ye yöneltilen tenkitler” içinde büyüdüm ve uzun süre hep olumsuz baktım. Ankara’ya gönüllü gelmediğini, bir saman çuvalı içinde kaçırılarak zorunlu geldiğini savundum. İkinci Dünya Savaşı’nda “Almanların bize lütfettiği 12 Adaları elinin tersiyle ittiğine” inanarak eleştirdim.
Zaman içerisinde okudukça düzelttim yanlışlarımı; saman çuvalı içinde kaçırılmamıştı ama Ankara yolculuğuna geçişin başlangıç noktası olan Özbekler Tekkesi’nden “saman çuvallarının altında” çıkmıştı. 12 Adaların elimizden daha Osmanlı döneminde, 1911-12’de çıktığını çok sonraları öğrenecektim. Ama kanaatimi değiştiren asıl etki Türk Sineması’nın büyük yönetmeni Metin Erksan’ın “Ben Sakarya’ya bakarım, Türk’ün o ölüm kalım günlerinde kim Sakarya’dadır, kim değildir, benim adamlık ölçüm budur” sözleri olmuştur. İsmet İnönü Sakarya’daydı, İsmet İnönü Büyük Taarruzdaydı, Dumlupınar’daydı, İsmet İnönü’yü sevelim yahut sevmeyelim, yeterli bulalım ya da bulmayalım ama bilelim ki hep cephedeydi.
1946 seçimleri çok konuşulur, o seçimlerdeki “açık oy gizli tasnif” sistemi çok eleştirilir. Nasıl eleştirilmesin ki, sandığa açık atılan oylar kapalı tasnif odalarında istenildiği gibi değiştirilir. Değiştirilen sadece oylar değildir, milli iradedir. Sistem eleştirilir ama 1950 seçimlerinden kısa süre önce “gizli oy açık tasnif” tasnif sistemini ve “seçimlerde hakim kontrolünü” getirenin de İsmet İnönü olduğu niyeyse bir türlü söylenmez.
1923’den 1938’e kadar “ikinci adam”, 1938’den 1950’ya kadar da “milli şef” olarak gücü elinde bulunduran bir insanın, Milli Mücadele’de savaşarak, İkinci Dünya Harbi’nde de savaşmayarak kurtardığını düşündüğü milleti tarafından, demokratik bir seçimle de olsa, devrilmeyi sindirmesi kolay olmasa gerek.
1950-54 arası DP iktidarının en parlak ve halkın en mutlu olduğu bir dönemdir, o dönemde muhalefet, hele de hırçın muhalefet hiç de kolay değildir. Muhalefet imkânı 1955’den sonra doğmaya başlar ve bir “topçu kurmayı” olan İsmet Paşa da durumu doğru değerlendirir.
İsmet Paşa muhalefetin dozunu artırdıkça Adnan Menderes de baskının dozunu artırır. 1958’de yapılması gereken seçimler bir yıl erkene alınır. Türk siyasetinin muhteşem hatibi Osman Bölükbaşı’nın memleketi Kırşehir kendi evladına sahip çıktığı için durmadan cezalandırılır; kah ilçe yapılır kah sınırları değiştirilir.
1957’den sonra hem İsmet İnönü’nün hem de Adnan Menderes’in konuşmaları gerilimi artırdıkça artırır. Birisi parti grubunda “siz isterseniz hilafeti bile getirisiniz” derken diğeri “şartlar oluşunca ihtilal meşru bir haktır” der. Bunu, isteyen bir ikaz isteyen de tehdit olarak yorumlayabilir. Bunlardan daha vahim olanı ise tartışmanın dilidir. Bugün benzeri bolca gözüken çirkin söylem Türk siyasetine özellikle 1957'den sonra girer.
İsmet İnönü- Menderes gerginliği 27 Mayıs 1960 darbesine gidişte elbet son derece etkindir. Ama darbenin doğrudan İnönü organizasyonu olduğunu söylemek de mümkün değildir. Benim kanımca İsmet İnönü darbenin organizasyonunda yoktur ama darbeye yol açan gerginliği oluşmasında ve daha da önemlisi darbecilerin bölünmesinde ve 13 Kasım tasfiyesinde vardır hem de tüm ağırlığı ile vardır. İsmet İnönü ve 27 Mayıs konusu irdelenirken olayın bu tarafı belki de daha önemlidir ve asıl bu tarafın üzerinde durulması gerekmektedir.
İdamların gerçekleşmesi ve sonrasındaki darbe maceralarının temelinde bu iç darbenin rolü son derece önemlidir.
Daha sonraki tüm darbeler ve darbe girişimleri gibi 27 Mayıs darbesi de “geliyorum” diyen bir darbedir. “Samet Kuşçu ve 9 Subay” olayı oldukça önemli bir erken uyarıdır ama ne yazık ki hem o hem ondan sonra meydana gelen birçok olay iktidar, özellikle de Menderes tarafından yeterince değerlendirilememiştir.
Benim kanaatim o talihsiz darbe önlenebilirdi ama İsmet İnönü’nün de Adnan Menderes’in de buna tek başına güçleri yetmezdi. Ancak birlikte, ayrılık ve ayrıştırma siyaseti yerine milletin ve demokrasinin temel değerlerinde birleşen bir politik söylem ve eylemle sağlanabilirdi. Ne yazık ki bu olmadı ya da olamadı.