Millî kültür; bir milleti meydana getiren ‘değerler bütünü’dür ve hâliyle, onu meydana getiren kişiler arasındaki irtibatı sağlayarak onları birleştiren ve kaynaştıran yegâne unsurdur. Bu bakımdan, millî kültür denildiği zaman, başta lisan/dil olmak üzere, ‘hiçbir millî kültür unsuru’ ihmâle gelmez/gelmemelidir.
‘Değerler bütünü’nün, hangi unsuru/azası/elemanı/üyesi/organı zedelenirse, onda, topyekûn bir ‘sendeleme’ ve zamanla da ‘sarsılma’ meydana gelir.
Muhakkaktır ki, bu değerler bütünü, mâzîden taşınan ‘öz damar’dır ve geleceğe de ‘müşterek bir ülkü’ olarak yürünmesini sağlar. Dilden, mîsıkîden, mîmârîye kadar her türlü yaşayış tarzında, bu, böyledir.
Meselâ; dildeki bozulma, argolaşmayı ve müstehcenleşmeyi getirdiği gibi, ahlâkî ve dînî değerler tahribatına da sebebiyet verir. Şüphesiz ki, bu da, mukaddes değerlerimizdeki anlaşılmazlıkları ve anlaşmazlıkları ortaya koyar. Âhenk sarsılır.
Dilin irtibatlı olduğu bir başka saha ise, mîsıkîdir. Değerler bütünü içindeki herhangi bir bocalama, mûsıkîdeki yozlaşmayı dâvet eder.
Millet olmayan/olamayan topluluklar, elbette, bundan muaftırlar.
Tekrar edelim ki, en mühim yapıcı, yaşatıcı ve yayıcı millî kültür unsuru dil’dir. Dil bozulunca, her şey bozulur.
Bu kısa değerlendirmeden sonra iki hususu dile getirmek istiyorum. Birincisi; Türk’üm diyen her kişinin iftihar etmesi gereken Ayasofya Câmisi’nin ibâdete açılmasıdır. Ancak...
Câminin adı: “Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi/The Hagia Sophia Grand Mosque” olarak ilân edildi.
Bu câmi; târihî bir miras olarak, 29 Mayıs 1453 tarihinden îtibâren -16 Mart 1920-06 Ekim 1923 târihleri hâriç- hep Türk hâkimiyetinde bulunmuş ve dâima Türk milletinin malıolmuştur.
Câmi hüviyetine kavuştuğu/kavuşturulduğu andan îtibâren, elbette ki, “Aya Sofya” sâbit kalmak şartıyla, ona, kelime ilâveleri yapılabilir. Tabiî ki, millî hassasiyetlere saygısız ve insan haklarını tanımayan zihniyetlerin, ister demokratik, ister totaliter rejimli ülkelerde olsun, Türk adını temsil eden nice câmi ve târihî eserimizi yerle bir ettiğini de unutmadan!..
Burada üzerinde durmak istediğim husus, Amerikancasında da görüldüğü üzre, Arapça ve Rumca kelimelerle -Türkçe adına- bir terkip meydana getirilmesidir. Olamaz mı? Niçin olmasın, oldu bile!!!
Peki, mâdemki böyle, Aya ve Sofya kelimeleri niçin birleşik yazılmıştır?Meselâ; birleşik isim hâline getirilen Rumca “Ayasofya” kelimesine, Türkçe hece uyumuna göre (-ı) değil de niçin (-i) getirilmiştir? Hattâ; niçin, (-yı) veyâ (-ı) değil de (-i) tercih edilmiştir?
“Câmi-i” kelimesinin yazılışı böyle midir? Ve hâlâ, Türk hançeresine ve dilbilgisine uygun olarak “câmisi” demeyecek miyiz?
Dîvân-ı Kebîr, ruh-u mücerred, nâm-ı dîğer, Kimyâ-yı Saâdet, akl-ı selîm, manzara-yı umûmî, âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf gibi örnekler bilinmiyor mu?
Bu konuda istişârede bulunduğum, OMÜ emekli Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Osman Coşkun, sağolsun, bana şu hulâsa bilgiyi nakletti: “Ayasofya’ya; -i getirilemez. Câmii olması gerekir. İkinci (‘sı’, ‘si’ gibi iyelik ekidir. Câmisi) Aslında şerif de söylenmemeli. Çünkü terkipler birbirini nitelemiyor. “Büyük Ayasofya Câmii (câmisi)” denmeli idi. Rumca kelime ile terkip yapıldığını burada görüyorum. Şöyle olabilirdi: Ayasofya Câmisi (Büyük Câmi). Zincirleme terkip bana göre garip oluyor. “
Böyle diyor Ali Osman Coşkun Hoca. Dikkate alınmalı!..
Anlayamadığım bir başka husus var ki, tıpkı Aya Stefanos’a “Yeşilköy” denildiği gibi, buna da Türkçe bir isim konulamaz mıydı? Türkçe’den niçin kaçılıyor, anlamam mümkün değildir!..
Dile getirmek istediğim ikinci mevzû târihî bir eserimizle ilgilidir: 25 Temmuz 2020-02 Ağustos 2020 târihleri arasında, HES’ten izinli olarak, T(ı)rabzon’dan İstanbul’a gittim. Tabiî ki, bu gidiş-dönüşüm süresinde, geçtiğim hiçbir şehir sınırında ve şehir içinde, hiçbir devlet görevlisi tarafından aranmadım-sorulmadım. Yâni, koronavirüsün başını alıp gitmemesi için hiçbir sebep yoktur!..Geçiyorum!..
İstanbul’da, yemyeşillikler arasındaki şirin Şile’nin Üsküdar Caddesi’nde, gözyaşlarını içine akıtan -kupkuru- yâni susuz târihî bir çeşmeyle karşılaştım.
Künyesinde, duâdan sonra, büyük harflerle, “MISIRLI HADİCE HANIM HAZRETLERİ: 1287” yazıyordu. Su yalağına dikilmiş, üzerinde, Şile Belediyesi yazılı bir de ilân vardı. Onda da, kirli silik fakat yine büyük harflerle, “ÇÖP DÖKMEK YASAKTIR” îkazı bulunuyordu. İçimden dedim ki; buraya, çöp döksen ne olur, dökmesen ne olur!..Yazık, günâh ve ayıp diye buna denir!..
Güzelim ilçenin en işlek caddesindeki târihî eser böyle olduktan sonra, kime neyi anlatacağız!?
Az değil; çok, hem de çok işimiz var!..
Zor değil...Fakat ihmâl boğuyor bizi!..