Bir zamanlar hayallerimiz vardı, dağ başındaki pınarlar kadar duru ve temiz, o pınarlardan beslenen ırmaklar kadar coşkun, o ırmakların döküldüğü deryalar kadar engin, deryalar kadar büyük ve kucaklayıcı. Bir millet yaşardı o hayallerde kocaman, sınırlar içinde ve sınırlar ötesinde, ezelden gelip ebede giden bir millet.
Çelik ellerle kavrayacaktık o milleti ve “çağlar üstü bir sıçrayışla medeniyetler âleminin en ön safına” taşıyacaktık. Makine yapan makineler yapacaktık, fabrika yapan fabrikalar kuracaktık. Ve fabrikaların bacaları camilerin minareleriyle yarışacaktı.
Köyden kente, kentten yurt dışına akacaktı kutsal vatanın bereketi. Tarım kentleri kuracaktık dört bir yanda ortasında okulu, camisi, atölyeleri ve kooperatifi olan tarım kentleri.
Altı sosyal dilimde teşkilatlandıracaktık halkı, altı sosyal dilim üzerinden millileştirecektik ekonomiyi. Her şey Türk için, Türk’e göre ve Türk tarafından olacaktı. Ne aç hürler ülkesi olacaktık ne de tok esirler ülkesi. Milliyetçi Toplumcu düzende her şey hakça paylaşılacaktı.
İnanmıştık hem davaya hem öndeki Başbuğ’a, hem de ne inanmak. O “var mısınız” diye sormuyordu, insanlar “ben de varım” diye koşuyordu 3 Hilalli, Bozkurtlu bayrağın altına. Her geçen gün daha ileriye taşımak, her geçen daha yüksek bir burca dikmek için. Bir bayrak ki Anadolu’da dalgalanır ama şavkı Adriyatik’ten Çin Seddi’ne bir dünyayı aydınlatır.
1965’te İstanbul’daki ilk mitingi hatırlıyorum, 170 kişiydik, İstanbul’daki ilk 9 Işık yürüyüşünde ise 482 kişi. Tam 12 yıl sonra Nisan 1977’deki Ankara’da yüzbinler yürümüştü Cebeci’den Tandoğan’a, saat 10’da başlayan yürüyüş saat 17’de hala sürüyordu, ne yollar alıyordu insanları ne meydanlar. Ve dudaklarda bir marş: “Çankaya yokuşunda balam Asya’nın Bozkurtları…”
Şairlerimiz vardı birbirinden kudretli, romancılarımız, hikâyecilerimiz vardı kalem ehli ve de Türklük sevdalısı. Geceler düzenlerdik Altaylardan Tuna’ya, coşku dolu, sanat dolu ve tüm Türk Dünyasına yönelik, hem oradan beslenen hem oraya seslenen.
Seminerler, açık oturumlar, konferanslar ve kitaplar… Hele o kitaplar yazılmasında da okunulup öğrenilmesinde de yarışılan kitaplar… Her biri bir otoritenin elinden çıkan ve bir milli meseleyi ele alan kitaplar… Ankara’da durmak, oturmak, uyumak yok, Türkiye sağdan soldan, aşağıdan yukarıdan taranıyor il il, ilçe ilçe, köy köy. Ergenekon’da son günler, hak çıktık ha çıkacağız, Bozkurtların öncülüğünde demir dağları ha erittik ha eriteceğiz.
Şimdi de 21-22-23 Mart 1993’te Antalya’da düzenlenen Birinci Türk Dünyası Kurultayı geliyor aklıma. Şimdi hepsi Hak dünyada olan Turgut Özal, Süleyman Demirel, Alparslan Türkeş, Erdal İnönü, Rauf Denktaş, İsa Yusuf Alptekin, Dr. Sadık Ahmet, Bahtiyar Vahapzade ve dünyanın dört bir yanından gelmiş Türklük sevdalılar. Saha Türk’ü metalürji mühendisi Ogan kolunda muhteşem bir beyaz kurt postuyla kürsüye geliyor: “Bizim oralarda bir söz var; damarında ne kanı akar, yüreğinde nere yatar; damarımda Türk kanı akar, yüreğimde Ankara yatar.” Salon alkıştan yıkılıyor adeta, sonra elindeki kurt postunu havaya kaldırıp “bunu da Türklerin Başbuğu Alparslan Türkeş’e getirmişim” diyor. Salon bir kere daha ayakta, alkışlar bu sefer bir kat daha fazla ve uzun.
Kendi gitmemişti ama namı gitmişti, O sadece Anadolu Türklüğüne değil dünya Türklüğüne bir umuttu. O dev çınar bizi gölgesiz bırakarak göçtü bir gece vakti. Şimdilerdeki kavrukluğumuz onun duldasından mahrum oluşumuzdandır zahir.
Heyhat, hayaller her geçen gün yeni ölümlerle sayıları biraz daha azalan hafızalarda kaldı. Yeni söylemler, yeni hedefler yok artık, bir zamanların “çağlar ötesi” düşünceleri şimdilerde sadece şekle ve bir iki slogana hapsolmuş vaziyette. Binbir emekle dikilen, imanla ve inançla bakılan, şehit kanlarıyla sulanan fidan kuruyacak mı yoksa, kurursa vebali kimin olur acaba?