Hatırlanacağı üzere yakın bir zaman önce Sayın Millî Eğitim Bakanı eğitim sisteminde birtakım değişiklikler yapılacağından söz etmiş ve bu yeni dönemde “Sanat Tarihi” adıyla bir ders okutulacağından da söz etmişti. Bu çok güzel ve müjdeli nitelikte bir haberdi. Zira bizim eğitim sistemimizin en önemli eksikliklerinden biri de sanat ve sanat tarihi eğitimidir. O bakımdan, henüz hangi sınıflarda ve nasıl bir müfredatla okutulacağını bilemediğimiz böyle bir dersin okutulması, gerçekten çok isabetli ve faydalı olacaktır. Eğer imkânı varsa ilkokul, ortaokul ve liselerin her sınıfında zorunlu bir ders olarak okutulmalı ve elbet öğrencilerin yaşına, eğitim seviyesine ve sınıfına göre dikkatle ve özenle hazırlanmış, güzel sanatların her dalına yer veren kapsamlı bir müfredat uygulanmalıdır. Böyle bir dersi okutmaktan amaç, elbet ilgili sanat ve sanatçı hakkında klişe hâline gelmiş birtakım teorik bilgiler vermek ve onları ezberletmek değil, çocuklarda ve gençlerde estetik bir zevk ve heyecan duygusu geliştirmek, onların sanat eğilim ve yeteneklerinin önünü açmak ve zenginleştirmek olmalı, teori ile uygulama birlikte yürütülmeli, mümkün olduğu kadar çocuklar sanat ürünlerinin kendisi ile bizzat yüz yüze getirilmeye çalışılmalıdır. Bunun için de ilköğretimden itibaren düzenlenecek eğitim amaçlı gezilerle çocuklara ve gençlere tarihî mekânlar ve eserler, Yahya Kemal’in “şanlı mezarlıklar” olarak nitelediği müzeler, kütüphaneler sık sık gezdirilmeli ve tanıtılmalıdır. Zira bir şeyi sözle, anlatmakla hakkıyla tanımak ve tanıtmak mümkün değildir. O şeyin kendisini görmek ve göstermek lâzımdır. Cengiz Aytmatov’un dediği gibi, “İnsan her şeyi anlatamaz. Zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez.” Esas olan o şeyi bizzat görmektir.
Elbet millî kültürümüzün beslendiği temel kaynakların başında gelen ve birçoğu bugün maalesef unutulmakta olan geleneksel el sanatlarımız asla ihmal edilmemeli, onlara ayrı bir özen ve dikkat gösterilmelidir. Tarih boyunca sanat ve (hatta zanaat) adına ortaya koyduğumuz bütün değerler yetişmekte olan nesillere tanıtılmalı ve sevdirilmelidir. Bu onların dünya sanatını ve sanatçılarını sevip öğrenmelerine bir engel teşkil etmez. Onları da öğrensinler. Öğrenmeleri de gerekir. Çünkü yeni bir şey üretme, ortaya bir eser koyma işi olan sanat, evrensel bir değerdir. Ama onlar, önce kültür ve medeniyetimizin temel harcında ve millî kimliğimizin oluşup gelişmesinde önemli bir yer işgal eden dilimizi, mûsikîmizi, mimarimizi, bütün el ve halk sanatlarımızı çok yakından tanımalı, öğrenmeli, bilmeli ve sevmelidirler. “Bizim öz mûsikîmizin” ölümsüz nağmelerini, türkülerimizi ve manilerimizi dinleyerek büyümeli, süsleme sanatımızın, minyatürün, çiniciliğin, ebrunun, hat sanatının, tezhibin, gergefte nakış işlemenin, tezgâhta halı, kilim, hasır ve kumaş dokumanın inceliklerini ve sırlarını kavramalı, mühendis ve mimar adaylarımız Koca Sinan’ı çok iyi tanıyarak, bilerek ve öğrenerek işe koyulmalıdırlar. İlhamını gelenekten ve geçmişten alan her gerçek sanatçı, ortaya koyduğu eserlerle yeni nesillerin ufkunu açar, onları sağlam kültür köprüleriyle birbirine bağlar. Bu bağ koparsa millî hayat tehlikeye girer. Tanpınar’ın dediği gibi, “millî hayat devamdır; devam ederek değişmek, değişerek devam etmektir.” Gelenekten kopuk, ondan beslenmeyen her yenilik, köksüz ağaç gibidir, kısa zamanda yok olup gider. Zira ağaç gıdasını köklerinden, millet ise geçmişinden, tarihinden ve inancından alır. Tarih boyunca ortaya koyduğu bütün kültürel değerleri, bilgi dağarcığını ve yaşadığı tecrübeyi yansıtan her türlü sanat eserlerini, yetişmekte olan nesillerine aktaramayan milletler hafızasını kaybediyor demektir. Çünkü bunlar millî kültürün can damarını oluştururlar. Eğer bunlar yozlaşır, unutulur ya da yeni nesillere doğru bir şekilde tanıtılıp öğretilmezlerse, millî hayatın tabiî akışı durur; giderek millet çözülür ve dağılır. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Her çeşit kültür ve sanat eseri, millî hayatı zenginleştiren, besleyen ve onu yarınlara taşıyan vazgeçilmez bir değerdir. Nesiller bunlar vasıtasıyla birbirine bağlanır, tanışır ve kaynaşırlar. Sağlıklı bir toplum yapısı da ancak böyle teşekkül eder ve süreklilik kazanır. Cemil Meriç’e göre, “Milleti yapan mazidir.” Ünlü İngiliz devlet adamı Winston Churchill de, “Ne kadar geriye bakarsanız o kadar ileriyi görürsünüz.” demektedir. Evet, mazi bir gerçektir. Biz istesek de istemesek de o vardır. En akıllı ve gerçekçi yol, onu yok saymak değil, yeniden keşfetmek ve geleceği inşa ederken ondan faydalanmayı bilmektir.
Bugün ebru, tezhip ustaları, hattatlar, hatta berberler, terziler, marangoz, kaporta ve motor ustaları, demirci, bakırcı, kalaycı vb. gibi ustalar, yetiştirmek için çırak bulamamaktan yakınıyorlar, dolayısıyla bu alanlarda yeni ustalar da yetişmiyor. Atalarımızın dediği gibi, “sanat altın bileziktir.” Hiçbir ülkede herkesin kamuda görevli bir memur olarak çalıştırılması mümkün değildir. Her şeyi devletten beklememek lâzımdır. Gençler, daha kolay iş bulabilmek ümidiyle üniversite önlerinde yığılıyor, sonra da bir memur kadrosu alabilmek için yıllarca devlet kapısında beklemeye mahkûm oluyorlar. Bu mutlaka önlenmelidir. Bunun için de onların kollarına bu “altın bileziğin” bir halkasını takmanın bir yolu bulunmalı, onların erken yaşlarda kendiişlerini kurabilecek bir eğitim verilerek yetişmeleri ve hayata hazırlanmaları sağlanmalıdır. Bu cesaret, bu özgüven onlara mutlaka verilmeli, sanatın ve zanaatın her dalında yeni ustalar yetiştirmenin yolları aranmalı, bunun için gerekli imkânlar hazırlanmalıdır. Böylece bir ölçüde işsizlik oranının düşürülmesi ve üretimin artırılması da mümkün olabilecektir. Bunun için ahilik teşkilatımıza benzer bir sistemi hayata geçirmeyi bile düşünebilmeliyiz.