İsmâil Hâmi Dânişmend, “Türklük Meseleleri” adlı eserinin “Büyük Türk Irkının Uğradığı İftiralar” başlıklı bölümünde şöyle der:
“Türk ırkının bütün tarih boyunca uğradığı iftiraların başlıcaları şu birkaç asla irca edilebilir: 1) “Mongoloid” denilen sarı ırka mensubiyet iddiası; 2)Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman dinlerinde birçok hurafelere mevzu teşkil eden “Ye’cuc ve Me’cuc” tâifesiyle Türk ırkının birleştirilmesi; 3)Tıp itibariyle “Nesnâs” ismi verilen bir canavar şeklinde tasvir edilmesi; 4)”Yamyamlık” isnadı; 5) Medenî kaabiliyetten ve zekâdan mahrumiyet iftirası; 6) Türk diline “fakirlik” izafesi; 7)Türk ve Mongol dillerinin menşe birliği iddiası; 8) Siyasî kaabiliyetsizlik ve idaresizlik isnadı..
Türk ırkı hakkında bilhassa eski ecnebi vesikalarında tesadüf edilen hakaret kelimeleri de toplanacak olsa, onlar da ayrı bir fasıl teşkil edebilecek kadar büyük bir yekûn tutabilir. Bunların ehemmiyeti, yukarıki iftiraları tertib edenlerin zihniyetlerini göstermesindedir. Bilhassa Ortazamanların hıristiyanlık taassubunu ifade eden bu hakaret kelimelerinin en hafifleri “iniquissimos Turcos= Gaddar Türkler” ve “iniquissimi barbari=Gaddar barbarlar” gibi küfürlerdir”. ( Bknz. İsmâil Hâmi Dânişmend, Türklük Meseleleri, Fatih Matbaası, İstanbul 1966, Sf.113/”Gesta Francorum et allorum Hierosolimitanorum”, (Brehier) neşri, 1924 Paris tab’ı, S. 54 ve 74’den)
İsmâil Hâmi Dânişmend, “Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı” adlı eserinde ise şöyle der:
“Muhtelif Avrupa milletlerine mensup müdekkikler (araştırmacılar) asırlar boyunca Türkiye’ye gelip Osmanlı câmiasının başında bulunan Türk milletini yıllarca tedkik etmek suretiyle bir çok eserler bırakmışlar ve birbirlerinden bîhaber olan bu muhtelif asırlarla muhtelif milletlerin ekseriyyâ husûmet hisleriyle meşbû’ müellifleri nihayet hakikati i’tirâfa mecbur olarak Türk seciyye ve ahlâkının ulviyyeti hususunda hiç farkında bile olmayarak hep birbirilerini te’yid etmişlerdir.
Bu müdekkiklerin bir çoğu, eski Türkün Garp âlemini asırlarca hayran bırakan mânevî cephe azametini Kur’ân-ı Kerîm’e medyun (borçlu) olduğunda da müttefiktirler. Bu hükmün doğruluğunda hiç şüphe yoktur. Ancak, şu hakikati de unutmamalıdır ki, diğer Müslüman milletler o mânevî ve ahlâkî seviyyeye o derece yükselemememişlerdir. Her hâlde bunun sebebi, tıpkı zekâ, şecâat ve cesâret, teşilâtçılık ve güzellik gibi ırkî kaabiliyetler kabîlinden bir âmilde aranmalıdır: Çünki eski Çin, Bizans, İran, Süryânî ve Arab menbâlarındaki izâhâttan anlaşıldığına göre, Türk ırkının İslâmiyetten evvelki devirlerde de ahlâkî seviyesi diğer milletlerden çok üstündür: Hîlekârlık, ihtikâr, zinâ vesâire gibi yüz kızartıcı hareketlerden münezzeh olduklarında ittifak edilir; meselâ “Süryânî Mîkâil vakaayi’nâmesi”nin yukarda bahsi geçen cildinin ayni sahifesinde o devirlerden bahsedilirken bu nokta şöyle tavzih edilmektedir:
“Türklerin meziyetleri vardır. Hîlekârlıkla sahtekârlık bilmezler ve doğruluktan ayrılmazlar. Karı-koca ihânetinden çekinirler, onun için Türkler arasında zinâ ender bir şeydir: Bunun sebebi, Türk kanunlarının ikinci ve üçüncü defa evlenmeyi, yâni teaddüd-i-zevcâtı men’etmemesidir”.
Böyle bir ırkın İslâm ahlâkıyyatını bütün milletlerden daha kolay benimsemesi pek tabiîdir; işte bundan dolayı, aşağıda gözden geçireceğimiz hıristiyan Garp menbâlarının asırlarca birbirini te’yid ederek tasvir ettikleri ulvi seciyye ve ahlâk, ırkî ve dinî iki temele dayanmış demektir. Eski Türkler işte böyle bir seciyye ve ahlâk ile evvelâ kendi nefislerine ve ondan sonra da Şark’a, Garb’a hâkim olmuşlardır.”(Bknz. Dânişmend, Fatih Yayınevi Matbaası, İstanbul 1982, Sf. 11-12)
“İ’tirâf”lar, elbette ki, “iftirâ”ları mâzur göstermez.
Bir millet, bunca “iftirâ” karşısında cihânşümûl olma yolunu kendine açabiliyorsa, iftirâcıları asla kaale almayıp; “iftirâcılar”la “i’tirâfçıları” başbaşa bırakıp hedefe kilitlenmeliidir.
Geçen zaman içinde; bâzı iç ve dış, ferdî veya toplu ihânet cephe ve çetelerinin hücûmlarıyla inkıtâ’ya uğrar görünen ‘Turan Ülküsü ve Türk Birliği’ hareketi, “anadamar” kuvvetinin üstün azim, inat ve kültür-medeniyet birikimiyle, hepsinin üstesinden gelmeyi başarmış; her ümidi, bu büyük ülkünün yeni bir çıkış noktası kabûl ederek yola devam etmeyi bilmiştir.
Demek ki; eğer, “anadamar” değişmemiş ise, millî mizaç da değişmez.
Her kim olursa olsun; insanın, yaradılış olarak soy’dan kaçması mümkün olmadığı gibi, maksada da aykırıdır.
Bu; ferdîyetçiliğin genişletilmiş şekli olan kavmiyetçilikten milliyetçiliğe giden fakat, başkalarını da, kendi benlikleri içersinde bir varlık olarak gören/telâkki eden bir anlayıştır.
Biyolojik ve sosyolojik olarak, kişinin kabul ettiği soy değeri, kimsenin müdahalesini gerektirmemelidir. Herkes, ne ise, odur.
Bundan hareketle; târihî tecrübelerin ışığında hâdiselerin sosyolojik değişim ve gelişimlerini, tabiî ki farklılık ve benzerlikleri de ele aldığımız zaman görürüz ki, dünya, yeni bir hareketle yeniden canlanmalıdır.
Son cümle ile, ne demek istiyorum?
Demek istiyorum ki; Türk birliği sağlanmadan, dünyanın huzura kavuşabilmesi mümkün görünmemektedir. Bunun altının çizilmesi lâzımdır!..Muhakkak ki, bunun da şartları vardır!..
Bunu, şuna dayanarak söylüyorum ki; tarihî derinliği, devlet kurma tecrübesi, farklı ve yaygın coğrafyalarda imparatorluklar seviyesinde devletler kurması ve hâlen de, aynı derecede geniş mekânlarda aynı dili konuşan ve Türk olma şuûruna sahip bir mensubiyeti ve yine, hâlâ, dînî ve ırkî hususiyetlerinin üstün, âdil ve insânî vasıflarla tezyîn edilmiş olması, bunun işâreti olarak görülmektedir.
“Anadamar”ın; asîl ve üstün bir “seciyye ve ahlâk” ile, yeniden canlanacağını ümidini taşıyorum.
Bu bakımdan; Turan ülküsü yâni Türk birliği düşüncesi, hakîkî ve hakikatçı/gerçekçi/realist bir fikir’dir ve sâdece belli noktalarda ‘ilmî, kültürel ve siyâsî’ kıpırdanma beklemektedir. Ancak...
Ancak; mes’eleye, aynı hakikatçilikle/gerçekçilikle/realistlikle bakmak şarttır. Bu ‘bakış’ın yeterli olduğunu söyleyemem.
Bu mevzûda; Mustafa Kemal’in, 01 Aralık 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki konuşması, tarihî muhtevâyla uyumludur ve binlerce senelik Türk devlet geleneğinin de bir tezâhürüdür:
“Efendiler, büyük hayaller peşinden koşan, yapamıyacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadık, yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleketin üzerine celbettik. Biz Panislâmizm yapmadık, “yapıyoruz, yapacağız! “ dedik; düşmanlar da yaptırmamak için bir an evvel “öldürelim!” dediler. Panturanizm yapmadık, “yaparız, yapıyoruz, yapacağız!” dedik ve gene “öldürelim!” dediler. Bütün dâvâ bundan ibârettir.
Efendiler, bütün cihana havf ve telâş veren mefhum bundan ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın adedini ve üzerimize olan tazyikatı teyid etmekten ise hadd-i tabiîye, hadd-i meşrûa rücû edelim. Haddimizi bilelim. Binaenaleyh Efendiler, biz hayat ve istiklâl istiyen bir milletiz. Yalnız ve ancak bunun için hayatımızı ibzal ederiz.”
Mustafa Necati Özfatura, 20-24 Mart 1993 tarihleri arasında düzenlenen “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk-Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı”na sunduğu, “Türk Dünyası’nın Bütünleşmesi Nasıl Olmalıdır?” başlıklı yüz maddelik tebliğinin birinci maddesinde: “Anadolu Türkleri ile Dünyanın her köşesindeki Türklerin bütünleşmesi “Türk Dünyası”nın bir numaralı millî hedefi olmalıdır” demekte ve sonuncu yâni yüzüncü maddede ise; “Bugüne kadar Türk Dünyası’nın başına gelen her felâketin ana sebebi “bölünmek” idi. Bundan sonra birlik ve beraberlik ve Türk Dünyası’nın bütünleşmesi, Türk Dünyası’nın ve her Türk’ün gönlünde yer tutan arzu olmalıdır”.(Bknz. Özfatura, Türkiye Gazetesi, 21 Mart 1993) diyerek, durumu hulâsa etmektedir.
Büyük sosyoloğumuz S. Ahmet Arvasî, bu mevzûda dikkate değer bir tespitte bulunur ve şöyle der:
“ Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlü ise, İslâm dünyası da güçlüdür. Aksi bir durum varsa, bütün Türk dünyası ile birlikte İslâm dünyası da sömürülmektedir.” (Bknz. Arvasî, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul, Şubat 1989, Sf. Xıı)
Dünyâ Türklüğü’nün yeni yol haritası çıkarılırken, bunların hepsine dikkat edilmesi gereklidir ve şarttır. Bilinmelidir ki, bu; aynı zamanda, dünyanın da kurtuluş reçetesidir.