Bir milletin birinci derecede varlığı, serveti, zenginliği, onun ‘insan gücü’dür. Bu gücün en verimli zamanı/dönemi/çağı ise, gençlik çağı diye anılır.
Yâni, gençlik çağı, insan hayatının en zinde, diri, taşkın fakat zihnî faaliyetlerinin de en çok muhakemeye açık olduğu çağdır. Bilgiye hasret duyduğu, doymak bilmeyen çağıdır.
Gençlik, bir hazînedir.
Kıymetini bilmeyenler ve onu, hebâ edercesine faydasız işlerde tüketenler, mutlaka hüsrâna uğrar.
Bu bakımdan; gençlik çağını yaşayanlar, gençliklerinin; ve gençliği olan milletler de, gençlerinin kıymetini bilmelidir.
Kim ki/hangi millet ki, gençliğinin bu cevvâl dönemini idrâk edip kullanmaz/kullanamaz ve onların yetişmesi/yetiştirilmesi için gerekli gayreti göstermez, zemini hazırlamaz ise, o milletin geleceği sönük değil, karanlık olur.
Devlet; milletin selâmeti, güvenliği ve huzuru için vardır.
Devlet’in; kendisini meydana getiren bu “temel unsuru”, mutlaka kollaması; ona, adâletle muamele etmesi gerekir. Çünkü, Devlet; kuruluş maksatını bu temel üzerine inşâ eden sosyal bir müessesedir.
Kötüleri sâdece bertaraf etmekle ve imhâyla değil, ıslah etmek ve faydayla buluşturmak da onun vazîfeleri arasındadır. Tek şartla ki, kendini yıkmaya, ortadan kaldırmaya meyyâl tavırlar hâriç!.. Zâten; muktedir bir Devlet, buna, asla zemin hazırlamaz ve fırsat vermez/vermemelidir.
Bu sebeple; adâlet, onun elinde, şefkat ve merhamet tohumlarının filizlendiğini göstermelidir .
Türk târihi, âdil idârecilerin elinde, millî birliğini sağlamış, dünyâdaki zamandaşlarından çok ileride bulunmuş, her sahada cihânşümûl olmuştur.
Bunda da, istikbâlinin teminatı olan gençliğinin yetiştirilmesi, çok önem arzetmiştir.
Bugün, “ileri veya gelişmiş” denilen devletler, bunu çok iyi değerlendirmektedirler. Çocuklarını ve gençlerini, dünyâ şartlarının üzerinde bir merhaleye ulaştırmışlardır.
Bunun da yegâne yolu, ilimden geçmektedir.
Mâlumdur ki, bunda, sayıdan/kemiyetten/nicelikten çok, keyfiyet/nitelik önem arzeder. Biz; okumayı, maalesef çok sayıda üniversite açmak olarak telâkki etmişiz ve hâlâ da hiçbir ihtiyaç olmayan ve iş imkânı bulunmayan sahalarda fakülte açmakla meşgûlüz.
Daha önce de yazdım ve herkesçe bilinen bir husustur:
2019-2020 Yükseköğretim Akademik Yılı Açılışında, Cumhurbaşkanı, şöyle dedi:
“Almanya’da yükseköğretim öğrenci sayısı ne biliyor musunuz? 3 milyon, bizde 8 milyon. Almanya’nın nüfusu bizim nüfusumuzla hemen hemen aynı ve Sayın Şansölye bunu öğrenince, ben bunu bilmiyordum, dedi. Nitelik noktasında aşmamız gereken şüphesiz ki bir mesafe var”. (Basın: 18 Eylül 2019)
Demek ki; Almanya’daki “3 milyon” üniversite öğrencisinin gösterdiği başarıyı, bizim “8 milyon” öğrencimiz sağlayamıyor!..Niçin? Sebebini hiç düşündük mü? Bilemem!!!
Demek ki; “5 milyon” üniversite öğrencimiz, tâbiri hoş görün, boşa kürek çekiyor. Ve biz, bunu bile bile, yeni üniversiteler ve bunlara bağlı yeni fakülteler açıyoruz, öğrenci kontenjanlarını artırıyoruz!..
Peki, buna; “Kendi eliyle, kendi kuyusunu kazmak” veya “Kendi ayağına kurşun sıkmak” demezler mi?
Merkezi Londra’da bulunan QS kuruluşunun yaptığı değerlendirmeye göre, 2021 Dünya Üniversiteleri Sıralaması’nda, Türkiye’den ilk (BİN)e dokuz üniversitemiz girebilmiştir.
Bunlar: Koç, Sabancı, Bilkent, Orta Doğu, Boğaziçi, İstanbul Teknik, Ankara, Hacettepe ve İstanbul Üniversiteleri’dir.
Aynı nüfuslu fakat üniversite öğrenci sayısı bizim neredeyse “üçte birimiz” kadar olan Almanya’nın ise, ilk (BİNE DEĞİL), ilk (BEŞYÜZE) giren üniversite sayısı (YİRMİİKİ)’dir.
Görülmektedir ki, artık, “Lâfla peynir gemisi yürütmek” devri çoktan geçmiştir.
Bunu; şu anda, ap-âşikâr görmekte, damarlarımıza kadar da hissetmekteyiz.
Nasıl mı?
Bırakınız başkalarının şu veya bu istatistik rakamlarını, bizim TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) raporlarına göre bile “genç işsizlik oranımız” %24.3’tür.
Bu oran, ILO (İnternational Labour Organization/Milletlerarası Çalışma Teşkilâtı) raporunda, %28.8’dir.
Hangi taraftan bakarsak bakalım, bugün, Türk Yüksek Öğrenim Gençliği’nin “dörtte biri işsiz”dir.
Sözü öteye beriye çekmenin de bir anlamı yoktur. Zîra; bunun, ‘menfî sosyal ve p(i)sikolojik’ belirtileri kendini göstermektedir.
Ne yazık ki; bu gençlerin, istikbâllerine dâir hedefsizlik, bizde “ilkokul” seviyesinde başlamaktadır.
Türkiye’nin istihdam sahalarının ne olduğu ve buna göre insan yetiştirme dâvâmızın nasıl teşekkül etmesi gerektiğine dâir hiçbir müspet p(i)lânımız yoktur.
Olmuş olsa idi, mühendislik fakültesini bitiren bir genç, kargoda; eğitim fakültesini bitiren, inşâatta; iktisadı bitiren tarlada çalışmazdı.
Tabiîdir ki, bu Almanya, koronavirüs sebebiyle, mağdur olan vatandaşına (756 milyar euro) ve ihtiyacı olan küçük işletmelere de (9.000 euro) ile (15.000 euro) arasında hibe dağıtırken; Türkiye, ancak, (18. 6 milyar Türk Lirası kredi) verebilmiştir. Dikkat buyurulsun; biri, euro; dîğeri, lira’dır.
Mes’elemiz mâdemki gençliktir, bu vesîleyle, notlarımdan bir hâtıramı da nakletmek istiyorum:
Yıl: 1962. Kara Harp Okulu’nda ikinci sınıftayım. İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye ziyâreti münâsebetiyle, bir s(ı)por gösterisi tertip edilmiş ve bunun için, bizim 12. Bölük görevlendirilmişti.
Bu sebeple; zamanın Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel de, bu gösteri öncesinde Kara Harp Okulu’na gelip, bizim son durumumuz hakkında bilgi almış ve gösteri sonunda da bize hitap etmişti. Bu, bizimle ikinci muhatap oluşuydu.
Şimdi, tam târih veriyorum: 24 Ekim 1962 Çarşamba... Cumhurbaşkanı Gürsel, s(ı)por salonunun seyirci bölümünde, ayaküstü ve bastonuna dayanmış vaziyette, bize, teşekkür ettikten sonra şunları söyledi:
“Gençliğinizin kıymetini biliniz. Gençliğinizde yarınlarınız için lüzumlu bilgileri hazırlayınız ve kazanınız. Karakterli olunuz. Karaktersiz bilgi bir felâkettir. Gençlik bir hazinedir onu harcamasını iyi bilin arkadaşlar.”
Kelimesi kelimesine böyle. Ve hep “siz” ve “arkadaşlar “hitabıyla!..
(NOT- Cemal Gürsel’in, 27 Mayıs 1960 darbesi ve 21 Mayıs 1963 darbe teşebbüsündeki tavrının tahlili ayrı bir husustur.M. H. K.)