Ne güzeldi o marşlar ve ne güzeldi göğsümüzü gere gere gururla onları okuduğumuz o günler. Askerler geçerdi zafer günlerimizde kendilerine yakışan vakarla. Bandolar yeri göğü inletirdi ve bizler o askerleri alkışlardık çılgınca. Onlar bizim evlatlarımızdı, kardeşlerimizdi, abilerimizdi, kısacası onlar bizdi biz onlardık, biz hep beraber büyük Türk Milletiydik. 10. Yıl Marşı “Tarihten evvel vardık tarihten sonra da varız” demiyor muydu? Vardık ve hep var olacağız, şanla, şerefle…
Artık ne fener alayları düzenleniyor zafer akşamlarında ne askerler geçiyor gurur duyarak ve gurur vererek ne de biz katılıyoruz milli bayramlarımıza her zamanki coşkuyla. Artık bir günah savma kabilinden birkaç zevatı kiram, birkaç öğrenci ve birkaç vatandaşla geçiştiriliyor o günler.
Şiir yok, marş yok, merasim yok, biz nasıl varız? Hani Arif Nihat Asya Ağıt şiirinde “Yiğitlerim uyur gurbet ellerde/Kimi Semerkant'ta bekler beni/ Kimi Caber'de/ Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok/ Ben nasıl varım?” der ya o misal sahi ben nasıl varım, sen nasıl varsın, biz nasıl varız?
Bir Mülkiye Mektebi vardı yakın zamana kadar ve bir de Mülkiye Marşı. Mülkiyeli değildik ama biz de bilirdik o marşın “Başka bir aşk istemez aşkınla çarpan kalbimiz/ Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz” diyen ilk dizelerini. Artık ne marşını bilen var ne de Mülkiye adını. Şimdilerde siyasal bilgiler deniyor o okula ve o kadar çoğaldılar ki aslı ile suretleri seçilmez, marşı da bilinmez oldu.
Sadece Mülkiye Marşı mı? Harbiye Marşı da artık söylenmezler ve bilinmezler kervanına katıldı. Kepaze ortaklıklar, sinsi tuzaklar, akıl almaz entrikalarla sızıldı kahramanlar ocağına, kanlı ve kahpe kalkışmalarla kapatıldı, kapattırıldı o Mustafa Kemal Atatürkleri, Hüseyin Rauf Orbayları, Ali Fuat Cebesoyları, Kazım Karabekirleri ve daha nicelerini yetiştiren kahramanlar ocağı, kartallar yuvası okullar.
“Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,/ Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız,/ Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,/ Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız” diye devam ederdi o marş. Nigâhban, gözcü demek, bekçi demek, “cehennemler kudursa ölmez bekçisiyiz cumhuriyetin” diyen subayların yerine “cumhuriyeti devirmeye kalkışan sahtekârlar” devşirildi sağdan soldan ve çalınan sorularla sızdırıldı bu kahramanlar yuvalarına. “Cehennemler kudursa ölmez nigâhbanlar” olan, olmaya yemin eden gençlerse akıl almaz işkencelerle ve tertiplerle uzaklaştırıldılar yuvalarından. Çalınan sadece onların istikbali ve hayalleri değildi, milletin geleceği de çalınmıştı alçakça.
Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın unutturulamaz marşlar, milletin kanına işlemiştir, ruhuna sinmiştir vatan sevgisiyle beslenirler ve günü geldiğinde bir volkanın patlaması gibi göğe yükselir, yere düşer ve cihanı kaplar Türk’ün ateşi.
Yine her şeyin bittiği, bitirildiği sanılan bir karanlık gecenin sabahında bir ses yükseldi Ankara’dan bundan tam 100 yıl önce: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;/ Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak./ O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;/O benimdir, o benim milletimindir ancak” diye başlıyordu. Ve “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!/ Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal./ Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:/ Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;/Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!” diye bitiyordu.
Bu bir meydan okumaydı. Meydan okuyanlar kazandı ve bize şehit kanlarıyla sulanmış cennet misali bir vatan, göklerimizde şanla şerefle dalgalan ay yıldızlı bir al bayrak ve egemen bir devlet ve muhteşem bir İstiklal Marşı bıraktılar.
12 Mart 2021 İstiklal Marşımızın kabulünün yüzüncü yılıdır. Milletimize kutlu olsun.
O zaferi kazanan Milli Mücadele kahramanlarının ve o marşı yazan Mehmet Akif Ersoy’un makamı cenneti ala olsun. Aziz hatıraları önünde saygıyla, şükranla eğiliyorum…