Aynı zamanda Fransız Akademisi Üyesi de olan romancı Claude Farrere (1876-1957) Türklerin Mânevi Gücü adlı eserinde şöyle der:
“Eğer Fransız olmasaydım, Yunanistan’a karşı, İngiltere’ye karşı, hemen hemen bütün Avrupa’ya karşı Ankaralı dostum Kemal Paşa’nın yanında öyle candan savaşırdım ki!..
Ayıplanan, hücuma uğrayan, tenkid edilen, kendisini koruyacak gazetesi olmayan Türk! Hakarete uğradığı zaman cevap vermeyen Türk!..O Türk, namusludur, vefâkârdır, dürüsttür; katı bir görünüşü vardır belki. Ama zayılara ve iyilere karşı inanılmayacak kadar yumuşaktır.
İstanbul’un Türk mahallelerinde ne ağlayan bir kadın sesi duyulur, ne de ağlayan bir çocuk vardır. Hattâ ve hattâ ürkek bir hayvan bile göremezsiniz. Türk kedileri insandan kaçmaz. Çünkü onlar hiçbir zaman hayvanlara kötü muamele etmezler”. (Bknz. Türklerin Mânevî Gücü, Claude Garrere, Çeviren: Orhan Bahaeddin, Tercüman 1001 Temel Eser, Târihsiz, Sf. 21-22)
Büyük Şâirimiz Yahya Kemal Beyatlı, 5 Kasım 1921 tarihinde Dergah Dergsi’nde yayınlanan Balkan’a Seyahat başlıklı yazısında şunları söyler:
"Bir Türk'ün gönlünde nehir varsa Tuna'dır, dağ varsa Balkan'dır.Vakıa Tuna'nın kıyılarından ve Balkan'ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor. Lâkin bilmem uzun asırlar bile o sularla o karlı tepeleri gönlümüzden silebilecek mi? Zanneder misiniz ki bu hasret yalnız Rumeli'nin çocuklarının yüreğindedir? Rumeli toprağına ömründe ayak basmamış bir Diyarbekirli Türk de aynı hasretle bu türküyü söylemiyor mu?
Gözde tüter dumanları
Bak Şıpka'nın Balkanları
Hala sızar al kanları
Ayrılmıştık otuz sene
İşte Şıpka geldik yine
İstanbul'dan Sofya'ya kadar küçük bir seyahat mâzînin kalbimde kalan hayâlini sileceğine bilakis daha ziyade alevlendirdi. Türklük ,Avrupa'ya doğru cezr ü meddi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş, lâkin tuzunu bırakmış. Bütün o toprak Türklük kokuyor. Bu tuz Bulgar vatanının toprağında mı kalmamış? Kanında mı? Meşrebinde mi? Lisanında mı? Lisanının sarfında ve nahvinde mi kalmamış? Daha nerelerinde Yarabbi? O topraklarda gezindiğim müddetçe hep bunu hissettim.”
“(Mouradgea d’Ohsson)un Tableau General de l’Empire Ottoman” ismindeki meşhur eserinin 1791 de neşrolunan dördüncü cildinin birinci kısmının 381 inci sahifesinde de şu mühim fıkra vardır:
“Dünyada esirlere, kölelere, câriyelere ve hattâ kürek mahkûmlarına Müslüman-Türklerden daha iyi bakan ve daha iyi muâmele eden hiç bir millet yoktur.” (Bknz. Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı, İsmâil Hâmi Dânişmend, İstanbul Kitabevi, 1982, Sf. 111)
Mütefekkir-sosyolog S. Ahmet Arvasî, bir hâtırasını naklediyor ve diyor ki:
“Şimdi de Van eski Müftüsü Kasım Arvas Beğ’den dinlediğim bir hatıradan daha bahsetmek istiyorum. Bu, büyük mutasavvıf Abdülhakim Arvasî (K.S.) ye aittir. Ruslar, 1915 yılında Doğu Anadolu’yu işgal ettiklerinde Müslüman ahaliye çok zulm ettiler. Zulümlerini Ermeniler’le birlikte, onların rehberliğinde gerçekleştiriyorlardı. Yani Ermeniler gösteriyor, Ruslar katlediyordu. Öyle bir imha ki; kadın, erkek, çoluk çocuk demeden..Müslüman mı Müslüman deyip imha ediyorlardı. Anadolu’nun kaderi müşterek, her yerde aynı hadise yaşanıyordu. O tarihlerde, bizim aile Van’ın Müküs (Bahçesaray) kasabasının Arvas köyünde, Doğu Bayazıt’ta, Erciş’te..Çeşitli yurt köşelerine dağılmışlar. Seyid Abdülhakim Arvasî Hazretleri Başkale’de o zaman; Van’ın Başkale kazasında..
Rus-Ermeni zulmünden çevredekileri kurtarmak için çoluk çocuğunu toplayıp Van’ı terk ediyor. Rus işgali ve Ermeni zulmünden kurtulmak için kaçmaktan başka çare yok. Irak, Suriye yolu ile İstanbul’a geçecek. O zaman geçtiği yol, yani Irak ve Suriye, bizim; Osmanlı toprağı. Yabancı ülke, yabancı toprak değil..İmparatorluğun sınırları içerisinde. Suriye’de bulunduğu sırada Suriye’liler diyorlar ki;
“ Siz, İstanbul’a, Türkiye’ye, gitmek istiyorsunuz. Halbuki, Türkiye çok müşkil durumda, imparatorluk çöktü çökecek, yıkıldı yıkılacak. Türkiye artık iflah olmaz; siz de perişan olursunuz. En iyisi burada kalın. Size medrese veririz, mektep veririz, hocalık veririz, her türlü imkânı veririz..Evlâdlarınızla mes’ud yaşarsınız.”
Abdülhakim Arvasî Hazretleri’nin onlara verdiği cevap şudur:
“ –Türkiye’ye gideceğim. Yer yüzünde iki Türk var ise, biri mutlaka benim. Ben Türk’üm, ama jön Türk değilim.”
(Bknz: S. Ahmet Arvasî, Doğu Anadolu Gerçeği, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1988, Sf.74-75)
İtalyan-İspanyol bir âilenin çocuğu olarak 1934 yılında dünyâya gelen ve Müslüman olmakla şereflenen Ord. Prof. Dr. Anna Masala’nın sözlerine dikkat edilmelidir.
Diyor ki; “Ben, Hıristiyan bir ülkede, hatta Hıristiyanlığın merkezi olan Roma’da doğdum; ama bir oryantalist, bir Doğu bilimci olarak yeryüzündeki diğer dinleri de tanıma fırsatını buldum....Ben, mânevî Türk’üm. Türk olduğunuz için çok şanslısınız. Bu muhteşem kültüre sahip çıkın ve gelecek nesillere özenle aktarın...Osmanlı İmparatorluğunun bütün milletlere , bütün gayrimüslümlere dillerini, âdetleri ve bilhassa dinlerini koruma imkânını veren hoşgörüsünü gördüm. Bâzı yalancı tarihçilerin ne dedikleri beni ilgilendirmez. Meselâ, çok iyi bilirim ki, bugün Yunanlı, Ermeni, Süryani ve Balkan milletlerinin bir kısmı Müslüman Türklerin hoşgörüsü sayesinde yine Hıristiyandırlar, yine ana dillerini konuşabiliyorlar.” (Bknz. Hayrettin Turan, Özel Haber, Türkiye Gazetesi, 28 Temmuz 2012, Sf. 14)
“Demek ki Türk; iftihar edilecek asîl bir soyun adıdır.
Demek ki ; “Türk olmak” demek, Türk soyundan gelmektir ammâ, sâdece Türk doğmak da değildir.
Türk olmak; Türk gibi düşünmek, Türk gibi hayâl kurmak, Türk gibi yürümek, Türk gibi inanmak, Türk gibi misafir kabûl etmek, Türk gibi heyecanlanmak, Türk gibi mütevâzı, hoşgörülü,fedâkâr fakat yerine göre de gözüpek olmak, Türk gibi ağlamak, Türk gibi sevmek, Türk gibi celâllenmek, Türk gibi buğzetmek, Türk gibi Türk’ün ruh kökünü kavramak, Türk gibi Türk’ün mukaddesatını mübârek bilmek, Türk gibi Allah ü teâlânın, “ Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” diye buyurduğu Kâinatın Efendisi’ne bağlı olmak, Türk gibi “ Kur’ân’ın kölesi” olmak, Allah aşkıyla donanmak, Türk gibi Îlâ-yı kelimetu’llah için mücâdele etmek, Türk kültüründen ve Türk târihinden iftihar ederek, bütün bunları şerefli bir hüviyet levhası hâlinde beynine raptetmek ve aynı şuûr ile kalbine asmaktır.
Türk gibi olmak, güzel olmaktır!..” (Bknz: M. Halistin Kukul, Mehmet Âkif Gibi Ve Mehmet Âkif Kadar Türk Olmak, Türk Yurdu Dergisi, Nisan 2012, Sf.77-81)