Ne güzel günlerdi çocukluğumuzun günleri. Cıvıl cıvıldı her yer ve her şey. Evler, bahçeler, yollar, sokaklar, caddeler ve meydanlar hatta dağlar dereler.
Kimimiz horoz, kimimiz kuş sesleriyle, kimimiz de saba makamında ezanla uyanırdık. Ezanlar minarelerde, her biri ayrı makam ve usulde çıplak sesle okunur ve ta yüreklere dokunurdu, ne teknolojinin cızırtıları ne de Arap gırtlağı söz konusuydu o günlerde.
Her evin önünde bir ya da birden fazla ağaç olurdu ve her bahar kuşlar doluşurdu o ağacın dallarına huzur veren cıvıl cıvıl sesleri ve sabahtan akşama dek süren ahenkli ötüşleriyle.
Şimdinin gençleri ne havadaki turna sesini bilir ne de dağlarda keklik şakımasını. Gurbetlerden ne mektuplar gönderilmişti o allı turnaların kanatlarıyla ve ne türküler yakılmıştı bir derede öten keklikler üzerine.
Ve her dere bir başka musiki söylerdi bize kimi gür kimi sakin şırıltısıyla. Pırıl pırıldı o dereler, hem kendileri temizdi, hem onlar bizi temizlerdi hem biz onları temiz tutardık. Kimimiz ırmakların, derelerin, göllerin pırıl pırıl buz gibi sularında çimerdik kimimiz ise denizlerin güzelliklerinde kulaç atardık.
Bize öğretilene göre “selam kelamdan” yani Allah’ın selamı kulun sözünden önce gelirdi. Tanıyıp tanımak gerekmezdi; karşılaşılan herkese selam verilir ve selam verilmeden yani hayırlar dilenmeden söze başlanmazdı.
Kadına kıza, anaya bacıya sövülmez, hatta annesinin, kız kardeşinin yanındaki delikanlıya laf söylenmez, mahallenin kızına yan gözle bakılmazdı. Okuması yazması olmayanlar bile “el hayâ vel iman” yani “hayâ(utanma) imandan gelir” derlerdi. Şimdinin üniversite mezunlarının kaçı acaba -bırakınız o sözün tamamını- hayâ kelimesinin anlamını bilir? Ve kaç kişi yalandan, riyadan, isnat ve iftiradan utanır?
Ne oldu bize, nedir bu yaralayıcı dil, nedir bu kin, bu nefret? Nereden çıktı dün sövdüğüne bugün -hem de özür bile dilemeden- alabildiğine methiyeler düzmek ve dün yan yana yürüdüğü yol arkadaşlarına bugün nefret ve hakaret kusmak. Hani yol arkadaşının hatırı yoksa yolun hatırı vardı?
Kuşlar mı bizi terk etti biz mi kuşları kovduk? O ağaçları, o yeşil vadileri kuşlar mı kuruttu yoksa biz mi kestik ve betonlaştırdık. O çayları biz boğmadık mı asitlere, sanayi atıklarına, yataklarını biz değiştirmedik mi üç beş kişi yararına.
Ve birbirine sabah akşam hakaretlerin en ağdalısını yapan, söven sayan o insanlar bizim insanlarımız değil mi? Kimisi siyasetçi, kimisi yazar, kimisi hatip ama hepsi kin yüklü, hepsi saldırgan, hepsi acımasız ve diğerine tahammülsüz, değerlere saygısız.
Millet sevgiyle, kucaklaşmayla oluşur, millet nefretle, kutuplaşmayla parçalanır, dağılır ve yok olur. İstenen bu mudur?
Sanmam, ama ne yazık ki bu yolun sonu budur.
O kuş cıvıltılarının dünyamızı dolduracağı ve “selamın kelamdan önce geldiği” günleri hasretle bekleyeceğim…