OSMANLI DA ÖYLE YAPMIŞTI
Altı şeritli sekiz şeritli yollar, uzun mu uzun, geniş mi geniş köprüler, yüksek mi yüksek seyir kuleleri ve denizaltı tüneller yapıyoruz hem de devletin cebinden beş kuruş çıkmadan, hazineye asla el atmadan, yük olmadan.
Kuzey Marmara Otoyolu, Osman Gazi ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Marmaray, İstanbul Havalimanı, Çamlıca Kulesi ve “muhalefet çatlasa da patlasa da inadına yapılacağı” söylenen İstanbul Kanalı sadece birkaç örnek.
Durun, hemen de “yanlış” diye itiraz etmeyin. Ben de biliyorum -pek az istisnanın dışında-hemen herkesin “Kanal İstanbul” dediğini, ama bunu bilmeme rağmen ben “İstanbul Kanalı” demeyi tercih ediyorum tıpkı “İstanbul Boğazı” dediğimiz gibi, “Çanakkale Boğazı” dediğimiz gibi “İstanbul kanalı” dememiz gerektiği için öyle diyorum.
Ne güzel değil mi; bizi “dünyanın en büyük onuncu ekonomisi” yapacak olan bu dev tesislerin “cebimizden beş kuruş çıkmadan” yapılacak olması! Bu güzel de, güzel olmayan bunların bazılarınca, özellikle de muhalefete mensup olanlarca anlaşılamaması ya da anlatılamaması.
Bizim, karşıtları da son zamanlarda pıtrak gibi etrafı kaplayan sevdalıları ya da yandaşları da Osmanlıyı hiç mi hiç bilmiyorlar, bilenleri de cühelanın şerrinden çekindiklerinden olsa gerek gerçekleri anlatmıyorlar ya da anlatamıyorlar.
Bizim büyük kısmını “beşli çete” diye tanımlanan gruba YİD(Yap İşlet Devret) modeli ile yaptırdığımız model hiç de yeni değil. Osmanlı da bundan 150 yıl önce aynı “yap-işlet-devret” mantığı ile demiryolları, limanlar, köprüler vesaireler yaptırmıştı devrin üç emperyalist gücüne, İngiltere, Fransa ve Almanya’ya, bir başka ifade ile dünyanın kanını emen “üçlü çete”ye.
1914’de Osmanlı İmparatorluğundaki demiryolları yatırımlarının %49.6’sı Fransızlara, %36.8’i Almanlara, %9.8’i İngilizlere, %3.8’i de diğer milletlere aitti. Parayı onlar buluyordu, makineyi, malzemeyi onlar getiriyordu, yolu onlar yapıyor, onlar işletiyordu. Demiryolunun geçtiği toprak bizimdi, taşınan yük bizim yükümüzdü ama söz bizim değil onlarındı yani “üçlü çete”nindi.
Cebimizden gerçekten de “beş kuruş” çıkmamıştı ama geleceğimiz ipotek altına girmişti. Yük garantisi vermiştik, kilometre garantisi vermiştik, uzun süreli işletme hakkı vermiştik, o süreleri de sık sık uzatmıştık ya da uzatmak zorunda kalmıştık.
Cebimizden “beş kuruş çıkmamıştı” ama vilayetlerin vergi gelirlerini garanti karşılığı olarak Duyun- Umumiye İdaresine devretmiştik. Vergileri onlar toplar, önce kendi masraflarını alır, sonra şirketlere garanti ve yapım masraflarını öder, eğer kalan olursa onu da Osmanlı’ya bırakırdı.
Bu kadar da değil dahası da var; demiryolunun geçeceği arazilerdeki kamu mülklerini beş kuruş ödemeden özelleştirebilecekler, gerekli malzemeyi dışarıdan “bir kuruş gümrük vergisi ödemeden” getirebilecekler, inşaatta kullanılmak üzere ormanlarımızdaki canım ağaçları serbestçe kesebileceklerdi. Yeter mi? Elbet yetmez. Demiryolunun geçtiği hatların kimi yerlerde 20 kimi yerlerde 45 kilometreye kadar sağında ve solunda olan tüm madenleri(petrol dahil) yine “beş kuruş” ödemeden çıkarabileceklerdi. İşin tuzu biberi de “tarihi kazı” yapma ve bulunan eserleri götürebilme özgürlüğü idi.
Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu döneminde Erzurum-Sarıkamış-Sınır hattı hariç 8.348 kilometre demiryolu yapılmış, bunun 3.762 km’si şirketlerden, 356 km’si de Ruslardan olmak üzere 4.112 kilometre demiryolu milli sınırlar içinde kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu yabancı tekelindeki demiryollarını 1923’den başlayarak 1950’ye kadar geçen sürede paralarını yapılan sıkı pazarlıklar sonunda oldukça düşürerek ve çok uzun vadelere yayarak tamamen millileştirdi. Atatürk’ün ölüm yılı olan 1938’de millileştirilen demiryolu uzunluğu 3.406 kilometreye ulaşmıştı.
Osmanlı cebinden beş kuruş ödememişti ama onun borcunu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ödemişti. Umarım ve dilerim ki bizim borcumuzu da bizim çocuklarımız hatta torunlarımız ödemek zorunda kalmazlar.
Osmanlıyı sevmek Osmanlıdan ders alınırsa bir anlam kazanır yoksa bir istismardan öteye geçmez, geçemez.