Her milletin, her toplumun tarihî bir geçmişi, dolayısıyla kültürel bir birikimi de mutlaka vardır. Kültür, tarihî zaman içinde milletin kendine has değerleri, inançları, örf ve âdetleri, iklim ve coğrafya şartları içinde oluşur; dinamik ve yaratıcı bir varlık olan insanın ihtiyaçları, arzu ve istekleri, duygu ve düşünce dünyası ile birlikte değişerek gelişir, zenginleşir ve yaşar. Her millet kendi kültürünü yaratır, geliştirir ve onunla var olur. Kültürler arasındaki farklılığı doğuran da onun bu özelliğidir. Kültür, ait olduğu milletin ruhudur, can damarıdır; milletin manevî çehresinin, manevî ikliminin bir aynasıdır. Milletin hayat tarzı, yaşama üslûbu, dünya görüşü, imanı, tarihî süreç içinde yapıp ettikleri hep bu kültür aynasına yansır ve ifadesini bulur. Kültür bileşenleri çok fazla olan oldukça karmaşık bir kavramdır. Bu bileşenlerin en önemli olanları arasındaDil ile halkın inançlarını, değer yargılarını, saygı duyduğu dinî ve manevî değerleri ve çeşitli rituelleri vb. saymak mümkündür. Milletin sosyal ve medenî hayatı daha ziyade bu unsurların çevresinde oluşur ve şekillenir. Dil kültürün hem en önemli unsurudur, hem de onun birbirini takip eden nesillerle bağını kuran en güvenilir taşıyıcıdır. Değişik inanç ve ırklara mensup insanlar, ancak ortak bir dil ve kültür sayesinde millet olma seviyesine yükselebilir ve bir arada yaşayabilirler. Osmanlı bunun somut ve canlı örneklerinden biri olarak kabul edilir.
Ruhsuz ve cansız bir insan nasıl yaşayamazsa, kendine has bir kültürü olmayan millet de yaşayamaz. Ziya Gökalp, bu gerçeği, “Bir millet rûhunu (yani millî kültürünü) kaybettiği zaman millî istiklâlini ve vatanını da kaybeder.” sözleriyle dile getirmiştir. Kültür, dil ve tarih üzerinde ısrarla duran Atatürk’e göre de, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Bugün dünün devamı olduğu gibi, geleceği kurarken bize yol gösterecek olan da işte o tarihten ve kültürel birikimden gelen tecrübedir, geçmişten alacağımız derslerdir. Aksi halde millet hayatı kesintiye uğrar, sürekliliğini kaybeder. Bu şuuru ve tecrübeyi yeni nesillere aktaracak olan da en başta o toplumun eğitimcileri, aydınları, yazar-çizerleri, basını, gazete ve dergileridir. O sebeple, yeni nesillere başta dil olmak üzere tarih, sanat ve edebiyatla ilgili olarak eğitim-öğretimin her kademesinde verilecek bilgiler, bu bakımdan çok önemlidir. Çocuklarımıza tarih ve kültürümüzü sevdirecek, onlarda bir dil ve sanat zevki, bir güzellik duygusu geliştirecek olan dersler ise, öncelikle dil, tarih ve edebiyat gibi kültür dersleri ile bu maksatla yürütülecek olan çeşitli kültürel faaliyetlerdir. Onlar vatan, millet, bayrak sevgisini bu derslerde öğrenecek, ahlâkî, insanî ve millî değerlere saygıyı; sorgulamayı, eleştirmeyi, araştırıp öğrenmeyi, sevmeyi, acımayı, merhametli davranmayı ve paylaşmayı hep bu dersler vasıtasıyla kavrayacaklardır. O itibarla, millî kültürümüzü bütün unsurları ile birbirini takip eden nesillerin kafasına ve gönlüne nakış-nakış işlemek, onlara olumlu-olumsuz, yanlış-doğru ayrımı yapmadan bütün yönleri ile tarihimizi, örf ve âdetlerimizi, gelenek ve göreneklerimizi, dilimizi, dinimizi çarpıtmadan en doğru ve eksiksiz bir şekilde öğretmek, geçmişte önemli işler başarmış, büyük medeniyetler kurmuş atalarımızı onlara tanıtmak zorundayız. Bu “bilgi ve tecrübe” onlara özgüven kazandıracak, geleceğe daha ümitle, daha güvenle bakmalarını sağlayacaktır.
Ama ne var ki, bugün hayatımızın her alanında sürüp giden düzensizlikler, belirsizlikler, sen-ben kavgaları, ayrışmalar, kutuplaşmalar gösteriyor ki, bizim bütün bu konularda başarılı olduğumuz, sanat, tarih ve kültür eksenli sağlam bir eğitimle çocuklarımızı işte o “bilgi ve tecrübe” ile donatarak hayata hazırladığımız maalesef söylenemez. Bu da ister istemez bizi endişeye sürüklüyor. Ülkemizin ve çocuklarımızın geleceğinden emin olamıyoruz. Zira gelecek onlarındır.
O sebeple, her kademedeki eğitim-öğretim uygulamalarını gözden geçirmek, özellikle sosyal ve beşerî ilimler ağırlıklı yeni eğitim politikaları üreterek hiç vakit geçirmeden uygulamaya koymak lazımdır. Ayrıca kültür, sanat ve edebiyat gibi derslerin, eğitim-öğretimin her kademesinde okutulması zorunlu olmalı, bu derslerle ilgili kitapların yazımına, metinlerin seçimine ve derslerin işlenişine de azami dikkat gösterilmelidir. Elbet bu da yetmez. Bu dersleri okutacak eğitim elemanlarının millet adına yüklenecekleri sorumluluğun büyüklüğü ve önemi düşünülmeli, onların da çok titiz bir dikkatle yetiştirilmeleri mutlaka sağlanmalıdır. Çünkü her türlü eğitim ve öğretim faaliyetinde başarıya ulaşmak, ancak çok iyi yetişmiş, işinin ehli öğreticilerle, öğretmenlerle (yani muallimlerle, hocalarla) mümkün olabilir. Tecrübeyle sabittir ki, bir eğitim sisteminin başarısı, o sistemde görev alan eğitim-öğretim kadrosunun başarısından daha üstün olamaz.