İlkokul 5. sınıftaydım Osmanlıyı sevmeye başladığımda. Kulaktan dolma değildi okuma kaynaklıydı Osmanlı sevgim. Feridun Fazıl Tülbentçi ile başlar, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Hüseyin Nihal Atsız, Oğuz Özdeş, Bekir Büyükarkın, Yılmaz Öztuna ile zenginleşerek devam eder gençlik yıllarımın Osmanlı sevdası.
Feridun Fazıl Tülbentçi ile ilk tanışmam Ankara Radyosu’ndaki haftalık “Kahramanlar Geçiyor” programı iledir. Nasıl sabırsızlıkla bekler nasıl bir heyecan ve hayranlıkla dinlerdim, anlatamam. Ardından “Osmanoğulları” ve “Yavuz Sultan Selim Ağlıyor” romanları ve o romanlarla birlikte Osmanlılar girdi dünyama.
Oğuz Özdeş, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Bekir Büyükarkın, Hüseyin Nihal Atsız, Mustafa Necati Sebepçioğlu, Tarık Buğra -Osmanlı söz konusu olduğunda- lise ve üniversite yıllarımın vazgeçilmez yazarları. Kemal Tahir çok sonraları “Kurt Kanunu” ile girecek dünyama. Nihal Atsız sadece roman dünyamın değil, fikir dünyamın da mimarı, öncüsü, önderi. Bekir Büyükarkın, bana göre kıymeti yeterince anlaşılmamış bir büyük edebiyatçı, bir büyük tarih romancısı. Kutlu Dağ, Tanyeri, Suların Gölgesinde, Bir Sel Gibi, Son Akın, Belki Bir Gün, Tanyeri, Gün Batarken ve Bozkırda Sabah ve diğerleri.
Burada iki kişiye ayrı bir parantez açmam lazım; Ömer Seyfettin ve Yahya Kemal, bizim kuşağın biri hikâyeci diğeri şair iki devi, iki tarih sevdalısı ve tarih sevdiricisi. Ömer Seyfettin Vire, Bomba, Ferman, Topuz, Başını Vermeyen Şehit, Diyet, Teke Tek, Forsa ve Pembe İncili Kaftan ve diğerleri ile çocuk beynimizde ve yüreğimizde fırtınalar eşliğinde büyük bir gurur ve sevgiyi harmanlayan büyük Türk ve Türkçü hikâye yazarı.
Ve Yahya Kemal Beyatlı; biz akıncıları onunla tanıdık ve biz her birimiz bir akıncı olmanın hem gururunu hem sevincini onunla yaşadık, hayallerini onunla kurduk. “İhtiyar Bektaş Subaşı gibi” ok attık hedefe ve her gece rüyamızda, her seher hayalimizde “Tuna’yı geçtik kafilelerle.” Açık Deniz’de yaşadık “bir bitmeyen susuzluğa benzeyen” o büyük ağrıyı. “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı”nda “girdik “cedlerin mağfiret iklimine.”
Sevdiysek eğer ve elan da seviyorsak birini ya da daha net ifadeyle Osmanlı’yı, sevmek yetmez, bir de tanımak, bilmek gerekir hem de öyle kulaktan dolma değil, adam akıllı bilmek gerekir ki dersler çıkartabilelim.
O gündür bugündür okurum, en azından okumaya çalışırım. Bir fani için hiç de fena sayılmayacak hatta günümüz şartlarında oldukça zengin kabul edilecek/edilebilecek bir kütüphanem vardır. Tarih, edebiyat, kültür, sosyoloji ve çağdaş sorunlar ama özellikle de Türk Dünyası, Türk kültürü ve Türk tarihi kitaplarından oluşur o kütüphane. Ve hala durmadan kitap alırım; çünkü okudukça “ne kadar çok şey bildiğimi değil bilmediğimi görürüm” -hiçbir zaman tamamlanamayacağını bilmeme rağmen- noksanımı tamamlamak hayaliyle durmadan yeni kitaplar alırım. Alırım, çünkü Türk Dünyası çok büyük, Türk kültürü çok zengin, Türk tarihi çok geniş, çok derin ve çok dolu. Osmanlı da Türk, Osmanlı da çok dolu, çok zengin ve çok girift ve çok çok önemli.
Derdim kendimi anlatmak değil, Osmanlının derinliğine vurgu yapmak, Osmanlıyı anlamanın hiç de kolay ve ucuz olmadığını lisan-ı münasiple dillendirmek ve okumadan, bilmeden, anlamadan Osmanlıcılık oynayanların yanlışta olduğunu söylemek.
Osmanlı’nın yükselişi müthiştir, her Türk’e gurur ve mutluluk vericidir. Ama gerileyişi ve çöküşü de oldukça hazindir, yürek dağlayıcı acılarla doludur. Her ikisinden de alınacak dersler vardır ve mutlaka alınmalıdır. Geçmişten ders ancak bilmekle, incelemekle ve değerlendirmekle alınabilir. Yoksa geçmişi istismar ederek değil.
Osmanlı Türk tarihini hiç kimsenin kendi siyasi saplantılarının delili yapmak için bozmaya, çarpıtmaya hakkı yoktur. O tarih yanlış saplantıların ve tercihlerin oyuncağı, çapsız siyasilerin yalan yanlış söylem aracı hiç değildir. Oynanmaz, çarpıtılmaz, öğrenilir ve ders çıkartılır, ibret alınır.
Osmanlı Türk’ünü anlamak, anlatmak, yorumlamak cahil çapsızların işi değildir.