Edebiyatın en eski, en köklü ve en yaygın türü olan şiir, eskiden beri her devirde var olagelmiştir. Her devirde edebiyatın tahtında, başköşesinde oturan hep şiir olmuştur. Edebiyatın öteki tür ve çeşitleri onu o tahttan hiçbir zaman indirememişlerdir. O hepsinin önünde ve üstündedir. Bunun başlıca sebebi, şiirin insanı maddî ve manevî dünyası ile bir bütün olarak kavrayan bir sanat olmasıdır. Yazıldığı dilin en saydam, en damıtılmış, âdeta imbikten geçirilmiş bir biçimi olan şiir, hislerin en güzel bir şekilde anlatılmasında en iyi ve en tesirli bir iletişim ve ifade vasıtasıdır. Edebiyatın özü olan şiir, İbn-i Sînâ’ya göre,“sözün sultanıdır.” Mallarme’ye göre,“kelimeler dinidir.” Yahya Kemal’e göre,“kelimeler istifidir.”Bahattin Karakoç’a göre,“evrensel bir dua biçimidir.” Lamartin’e göre“iç âhenktir, rüyaların ve hüznün dilidir.”Shakespear’e göre,“herkesin içinde bulunan bir musikî”dir. Ahmet Haşim’e göre,“şiirin dili, nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak içindir. Mûsikî ile söz arasında, sözden ziyade mûsikîye yakın bir dildir.Şiir sessiz bir şarkıdır.” Fransız şiirine sembolizmin kapılarını açan Verlaine de “Her şeyden evvel mûsikî.” sözleriyle ayı görüşü paylaşır.
Romantik Alman şair ve filozofu Novalis’e göre,“Her sanat şiire dayanır. Şiir bile…” Şiirin bütün öteki sanatların cevheri ve özü olduğunu söyleyen Hegel’e göre ise, şiirin tanımlanması ve önemli özelliklerinin açıklanması zordur. Zira hemen her sanatta şiirle tamamlanan, netliğini şiirle bulan bir taraf mutlaka vardır. Aristo’nunPoetika’sından günümüze gelinceye kadar, hemen her devirde Batı’da ve bizde şiirin değişik kimseler tarafından böyle pek çok tanımı yapılmıştır. Bu tanımların birbirleriyle çelişenleri ve aynı noktada birleşenleri olmakla beraber, önemli bir kısmı, şiir kavramına yaklaşabilmek bakımından gerçekten de güzel ve doyurucu tanımlardır. Ama yine de hiç birinin“şiir nedir?” sorusunu net, açık seçik ve kesin olarak cevaplandırdığı söylenemez. Şiirin bugüne kadar itirazsız, tartışmasız, üzerinde herkesin birleşebildiği kesin bir tanımı yapılmış değildir. Eskiden beri sanat ve edebiyata ilişkin meselelerin en karmaşık, devirlere, ülkelere, akımlara ve şahıslara göre en değişken görüneni, daha çok şiirle ilgili görüşler ve yorumlar olmuştur. Bu da bize, şiirin daha başka ve daha yeni tanımlarının da yapılabileceğini gösterdiği gibi, onun tanımlanamaz oluşunu da göstermektedir. Hatta ünlü Fransız sunucu, gazeteci ve yazar Jean Louis Ezine gibi, şiiri tanımlamayı yanlış ve tehlikeli bulanlar bile vardır. Sanat ve edebiyat bahçesinin bu en nadide çiçeğinin, hangi iklimde daha güzel gelişip serpilebileceği, onun renginin, kokusunun nasıl olduğu ve gerçekte nasıl olması gerektiği, onu hangi usta bahçıvanların daha iyi yetiştirebileceği gibi hususlarda, bu gün de tam bir görüş birliğine varılabilmiş değildir. Her nesil, bilgi ve tecrübesine kendi devrinin eğilimlerini de katmak suretiyle, şiirle ilgili meselelere birtakım yeni yorum ve değerlendirmeler getirmekte ve şiiri daha değişik bir şekilde tanımlamaya çalışmaktadır. Aslına bakılırsa tanım, fizik-kimya gibi deneye dayalı ilimlerde kesin olarak vardır ve gereklidir, ama tanım yapma endişesini, şiir başta olmak üzere, sanat ve edebiyat mahsulleri için aslî bir mesele saymanın gereği de, faydası da yoktur. Şiir fikirle, düşünceyle bağdaşmaz. Şiir bilginin ve düşüncenin değil, duyguların kaynağı ve dilidir; aklımızdan ve zihnimizden ziyade gönlümüze ve ruhumuza hitap eder. Rahmetli hocamız dilbilimci Doğan Aksan’ın dediği gibi,tanım akıl işidir, şiir ise akıl dışıdır. Şiir bilginin ve düşüncenin değil, aklın ve mantığın denetim sınırlarını aşan duyguların ve hayallerin kaynağıdır, dilidir ve ifade vasıtasıdır. Aklımızdan ve zihnimizden ziyade gönlümüze ve ruhumuza hitap eder ve Ahmet Haşim’inPiyâle önsözünde dile getirdiği gibi, kavrayışımızın bölgeleri dışında, sırların ve meçhullerin geceleri içine gömülmüş, yalnız aydınlık sularının ışıkları zaman zaman duygularımızın ufkuna yansıyan, kutsal ve isimsiz bir kaynaktan doğmaktadır. O itibarla da şiiri, tanımın kesin ve değişmez kuralları içine hapsetmek mümkün değildir. Belirli kurallar ve kalıplar içine sokulamaz ve tanımlanamaz oluşu, şiirin her şeyden önce bir duygu işi olmasından ileri gelmektedir ve bu vasfı, onun öteki edebî türlerden farklı ve ayrıcalıklı birtakım başka özelliklere sahip olduğunu da işaretlemektedir.
Şiir her okuyana ve dinleyene bütün inceliklerinin, duyuş ve duygularının kapısını açmamalıdır. Okunurken anlaşılmak nesre ait bir özelliktir. Şiir okuyanları ve dinleyenleri biraz düşündürmeli, onların önünde farklı hayâl ve tasavvurların kapısını açmalı, onları başka âlemlere çekip götürebilmelidir. Bu da elbet belli ölçüde bir kapalılığın (müphemiyet) varlığına işaret eder, ama şiiri güzel yapan işte biraz da onun bu tarafıdır. İnsan ruh ve bedenden oluşan iki cepheli bir varlıktır. Bu ikisinin ihtiyaçları da farklıdır. Şiir bizim daha ziyade iç dünyamızın sözcüsüdür. Ruhumuzun ve gönlümüzün birtakım ihtiyaçlarını giderir, onun arzu ve isteklerine cevap vermeye çalışır. Sanat ve elbet şiir, insanı farklı ve daha güzel dünyalara çekip götürebildiği ölçüde bir değer ifade eder. Bunun mutlaka metafizik bir dünya olması da gerekmez. Ama şiirin, insanı içinde bulunduğu sıkıcı ve bunaltıcı âlemden çıkarıp alması, ruhunu kötülüklerden arındırması, onda başka ve daha güzel bir dünyaya yönelme duygusu geliştirmesi de beklenir. Aristo’nun “katharis” dediği şey de herhalde bu olmalıdır. Aslında bütün sanatların bu ihtiyaçtan doğduğunu söylemek mümkündür. Sanatın, bu arada şiirin önemi ve farkı da işte bu noktada başlar. Öte yandan şiir, aynı zamanda millî ruhu, ortak kimliği de güçlendirmeli, fertleri ortak idealler etrafında toplayabilmelidir. Geleneksel sanatlarımız ve şiirimiz asırlar boyunca bunu yapmak suretiyle, millî kimliğimizin şekillenmesine, kültür ve medeniyetimizin gelişmesine hizmet etmişlerdir.
Bizim oldukça zengin bir şiir geleneğimiz vardır. Edebiyatımızda nazmın tarihî geçmişi çok eskilere dayanır. Başka milletlerin edebiyatlarında olduğu gibi Türk edebiyatında da nesirden önce nazım ve şiir vardır. Dolayısıyla edebiyatımız şiir, şiiriyet, şair, nazım, nâzım, manzum ve manzume gibi kavramlarla ilgili olarak söylenip yazılmış sözler ve yapılmış değerlendirmeler bakımından da oldukça zengin bir edebiyattır. 16. yüzyılda yazılan ve bizde yapılmış ilkpoetikçalışma olduğu kabul edilenLâtifî Tezkiresibaşta olmak üzere,Şuara Tezkireleriile Divan Edebiyatı şairlerinin kendi şiir anlayışları ile ilgili olarak manzum ve mensur eserlerine serpiştirdikleri bilgiler ve yaptıkları açıklamalar, bu konuda bilgi veren ilk önemli kaynaklar arasında sayılabilir. Hayat akıp giden bir akıştan ibarettir. Eğer bir şey bugün varsa, yaşıyorsa, onun elbet bir dünü de vardır. Bugünü ve yarını güzelleştirecek olan dündür, mazidir. Dün olmadan bugün, bugün olmadan da yarın olmaz. Gelişme dünden, geçmişten bugüne doğru olan bir süreçtir. Hemen her şeyin bir kökü, bir başlangıcı veya üzerine oturduğu, dayandığı bir zemin vardır. Söz konusu olan o şey her ne ise, bu zeminden beslenerek, ondan güç alarak var olur ve yaşar. Her şey kendi özelliklerine benzer. Her ağaç kendi kökleriyle vardır, köklerinden beslenir ve kökleriyle yaşar. Yeni olan, eskiye göre yenidir. Hiçbir şey bir anda ortaya çıkmaz. Bu demektir ki, her yeninin bir eskisi de vardır ve yeni olan şey işte o eskinin üzerine kurulmuş, ona aşılanmış, onun bir devamı olarak var olmuştur. Dolayısıyla ondan beslenmesi, onun kimi özelliklerine sahip olması gayet tabiidir. Bizde şiir üzerine yapılan eski-yeni tartışmalarını da bu anlayışla ele alıp değerlendirmek gerekir. Tarihi, eskiyi, geçmişi pek sevmeyen, yerli ve millî kelimelerine alerji duyan insanlar vardır. Oysa bunlar, bir milleti ayakta tutan, milletin “alâmet-i farikası” olan değerlerdir. Ağaç gücünü ve gıdasını köklerinden, millet geçmişinden, tarihinden alır. Bir millet dünü, bugünü ve yarını ile bir bütündür. Ünlü yazar, sanat ve felsefe adamı rahmetli Suut Kemal Yetkin hocanın dediği gibi, “Bir millet bugünü ve yarını ile olduğu kadar, geçmişi ile de bir varlıktır. Hatırası olmayan millet ve insan yoktur.”
O itibarla, günümüz Türk şiirini besleyen kaynaklar, hem divan, hem halk şiirimizdir. Daha doğrusu öyle olmalıdır. Şair adayları bu iki kaynaktan mutlaka nasibini almalıdırlar. Bu kaynaklara inilmeden, bunları iyice öğrenip anlamadan yazılan Türkçe şiirler, kökü açıkta kalmış bitkiler gibi kurumağa, cılız kalmağa mahkûmdur. Divan şiirimiz, bakmasını bilen gözler için bugünümüzü ve yarınlarımızı aydınlatacak ipuçları ile doludur. Onlara günümüz perspektifinden bakmak ve değerlendirmek lâzımdır. Bu şiirin dupduru sularında kulaç atmayı becerebilenler, şairlik mesleğinde ileri hamleler yapma şansını daha çabuk yakalarlar. Çünkü bastıkları zemin çok sağlamdır. Divan edebiyatı ve şiiri, elbet mücerret mefhum ve mazmunlarla doludur. Böyle olmakla beraber, bu mefhum ve mazmunlar o devre ait inanışlara, kurallara, bilgilere, görüş ve anlayışlara telmih ve işaret ederler. Her edebiyat gibi divan edebiyatı da kendi devrinin bütün hususiyetlerini, zevklerini, sanat telakkilerini, inanışlarını ve her çeşit bilgilerini ihtiva eder. Devrinin bir tefekkür, bir tahassüs ve bir tahayyül kâinatıdır. Bilinenlerin ve söylenenlerin aksine, divan şiirinde aktüalite (güncellik) de vardır. Sözgelimi şair Zâtî’nin “Kadir Gecesi” adlı gazeli vb. buna örnek gösterilebilir. Eski edebiyatın temeli dinî kültüre dayanmaktadır. Başka bir ifadeyle, eski Türk edebiyatının kültürel kaynakları arasında, kaynak dinî eserler ilk sırada yer alırlar. Bu temel kültürden tecrit edilmiş bir divan şiiri düşünülemez. Belli prensiplerle divanında dinî manzumelere yer vermeyen ünlü şair Bâkî de bile, bu unsurlar pek çoktur. Onun divanı dışındaki bütün eserlerinin konuları dinîdir. Bâkî’nin bir müderris olduğu, hatta şeyhülislamlığa kadar oynadığı, bu makama gelmesine kıl payı kaldığı da unutulmamalıdır. Bu demektir ki, Bâkî hakkında sadece divanına bakılıp şairlik yönü değerlendirilerek yapılan bir çalışma eksik kalacaktır.(İslâmî Edebiyat, Nisan-Mayıs-Haziran 1993, s.20). Divan şairleri içinde ateist bulunmaz. Aksine hepsi miktarınca temel bir dinî kültüre sahiptirler. Lâ-dinî (dindışı) şiirler yazanlar da bile bu temel kültür vardır. Bu kültüre Kur’an-ı Kerim, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, İslâm tarihi gibi bilim dalları dâhildir. Bu kültür ve bilgiler hep okumak ve dinlemek suretiyle elde edilmiştir. Esasen bu şairlerin çoğu medrese mezunudur. Elbet onların bu zengin kültürüne tasavvuf neşvesini de ilâve etmek gerekir. Biliyoruz ki şiirde kullanılan her kelimenin seçimi ve mısrada en uygun yerine yerleştirilmesi çok önemelidir. Divan şairleri bu konuda da çok titiz ve dikkatli davranmışlardır.
Yeni Türk şiirinin ikinci en zengin kaynaklarından birisi de hiç şüphesiz halk şiirimizdir. Ancak o şiirin üstüne gerçek bir şair dikkat ve hassasiyeti ile eğilmesini bilmek, onu okumak ve anlamak gerekir. Burada yapılan iş, o şiiri sindirmek ve yeni bir yorumla pratiğe dökmektir. Bunu başaran şair, halk şiirine yeni bir ses katmış, ona yeni bir söyleyiş tarzı kazandırmış olur. Bunu yapan bir şairin, modern bir halk şairi hüviyeti ile ortaya çıkması gayet tabiidir ve bu bir taklit de değildir. Modern estetiğin ve şiir anlayışının gereği de budur. Günümüzün bir şairi çıkıp da yüz yıllar önce yaşamış bir halk şairi olmağa özenirse, onun şairliği hiçbir işe yaramaz. İşte taklit budur ve bir şeyin aslı varken taklidine kimse dönüp bakmaz. Burada esas olan çağdaş bir bakış ve yeni bir yorumdur. Yani halk şiirinden aldıklarınızı yeni bir bakış ve anlayışla ve elbet kendi kelimelerinizle ifade edeceksiniz ve şiirleştireceksiniz.(devam edecek).