Bâzı insanlar vardır ki, pireyi deve yapmakta mâhirdirler. Kaşla göz arası, herkesi âdeta uyutmayı başarırlar. Bir şeyi, olduğunun bin misliyle değerlendirip, ufacık bir şeyi, köpürte köpürte, allayıp pullayıp cilâlaya cilâlaya anlatmasını becerirler. Hattâ, zıddını yaparlar. Yâni; büyük başarıları, sıfıra indirebilirler!..Akı, kara; karayı, ak gösterirler de zerre geri durmazlar.
Bırakınız iki sene askerlik yapmayı, bir ay bile yapsalar, onu ısıtıp ısıtıp, evire çevire sunarlar.
“-Onbaşıydım, derler. Askerin biri, karşımda çakıldı ve komutanım, dedi, başka bir emriniz var mı? Bir komutan, kendine böyle selâm duran birine ne der? Elbette ki, rahat ol, demez.
Bana bak er! der, şu karşı tepeyi görüyor musun, oraya kadar marş marş!..Hadi bakalım; gör, askerlik neymiş!..
İşte böyle!..Tabiî ki, yat-kalk da işin cabası!..”
***
Yaşı ellilerde altmışlardadır. Aklı, hâlâ, yirmili yaşlardayken, bir paşanın şoförlüğünü yaptığı zamanlarda:
“-Paşa, her arabasına binişinde, taa uzaktan bana el sallardı. Ben de, arabanın kapısını açar, onun gelmesini heyecanla bekler ve yaklaşır yaklaşmaz, ona, esaslı bir selâm çakardım ki, o da aynı ciddiyetle beni selâmlardı.
Hanımı ve kızı da uzaktan onu tâkip ederdi. Bir defasında, Paşa, ne desin biliyor musunuz?
Kızım, tıp fakültesini bitirdi. Şimdi ihtisasını yapıyor.
Paşa bu!..Ona, ne demek istiyorsunuz, diyemedim!..Bana bir şeyler mi îmâ etmek istedi acaba, dedim kendi kendime. Fakat, hiç tınmadım bile. Bana ne kızı doktor olmuşsa değil mi!?
Fakat yine de, bu sırada, tabiî ki, ben heyecanlandım ve gaza bastım. Araba hızlandı. Paşa, “Âferin be evlât! “ dedi, ne güzel araba kullanıyorsun. Ben de, gaza bastıkça bastım. Yarım saatte gideceğimiz yere beş dakikada vardık!... “
***
Ortaokul ikiden terk etmişti tahsilini. İlmin fazîletlerinden ahkâm kesiyordu. Saçı sakalı da ağarmıştı:
“Bir matematikçimiz vardı” diye söze başladı. “Adam, daha çarpım tablosundan habersiz. İkidebir beni kaldırıyor, hadi bakalım Ahmet, sekiz dokuzun kaç ettiğini söyle, diyordu. Utanmasa, dersi bana anlattıracak!..
Söylüyorum; o ise, vah benim aptal evlâdım, elbette kırk dokuz eder, bunu, ben bile bilemedim de sana sordum, diye cevap veriyordu. Hem bilmiyor, hem de, aklınca benimle dalga geçiyordu.
Bir defasında dedim ki, öğretmenim, bilmediklerinizi niçin hep bana soruyorsunuz, ya çalışıp gelin yâhut da bir başka arkadaşa sorun…
Adam kızardı-bozardı, ne diyeceğini bilemedi ve lâhavle çekip derse devam etti…
***
Tansiyonumu ölçtükten sonra, yüzüme tebessümle bakarak: “Maşallah, dedi, turp gibisin!..Hiçbir şeyciğin yok!..
Bu defa, ben de onun yüzüne baktım. Ama, tebessümle değil, çok sert bir şekilde!..
Doktor, durdu. Ne o, dedi, bir şey mi var?
Daha ne olsun Doktor, dedim, Sen, daha beni muayene bile etmedin!..
Doktor şaşırdı. Öyle bir çıkış yaptım ki, adam, allak-bullak oldu.
Bir de ne desin: “Bak, kardeşim, senin tahlillerinde bir şey yok, filminde de bir şey yok, diğer bulguların da çok normal!..”
Be adam, dedim, hastalık, bunlarla mı anlaşılır? Sen, ne biçim doktorsun!..
Diyeceğim o ki, fazla üstüne gitmek istemedim. Boynunu büktü ve sâdece “Haklısın!” diyebildi.
***
Koskoca bir mağazanın en şatafatlı bir köşesinde tezyîn edilmiş bir odada kerli-ferli bir adam döner koltuğunda oturuyordu…İçeri, ellerinde birkaç kitap ve dergi bulunan birkaç genç, ezilip büzülerek girmişti.
Adam, geri yaslanarak, gerinip, “Yine siz haaa!..” diye mırıldandı.
Gençler, henüz tek kelime etmemişlerdi ki, adam, sesini yükselterek ahkâm kesmeye başladı:
-Gün geçmiyor ki, sizin gibi birkaç kitap faresi burayı ziyâret etmesin!.. Ne yaptığınızı da bir türlü anlamıyorum…Şunlarda ne yazıyor ve bize faydası ne, onu da bilmiyorum!..
“Efendim!” diyecek oluyor bir genç, adam, üzerine hemen bir lâf getiriyor::
-Bak delikanlı, gelen kitapların hepsine avuç avuç para döktüm…Sonunda hepsini de şu çöp kutusuna attırdım, anladın mı? Koyun onları şuraya, kasadan paranızı da versinler, çekip gidin! Bir daha da buraya uğramayın, tamam mı?
***
Taksinin koltuğuna kurulmuş, kırmızı ışıkta geçmişti. Kendince, kimse ona müdahâle edecek güçte değildi. On-onbeş metre gitmişti ki, t(ı)rafik polisi onu durdurdu, ehliyet istedi.
Tevâzû, yerini kibre döndürünce, akan sular da dururdu.
-Ben, p(u)rofesörüm, dedi ve polisten tarafa bile bakmadan, size, ben, p(u)rofesörüm, dedim ya! dedi.
Polis, istifini bozmadan:
-Lütfen, ehliyetinizi veriniz, diye mukabelede bulundu.
P(u)rofesör, ehliyetini çıkarırken, kafasını sağa-sola sallıyor, bir şeyler mırıldanıyordu.
Polis, işlem yapıp ehliyetini iade edince, büyük bir hırsla gaza basıp uzaklaştı…
***
Dalgın ve düşünceli yürüyen adam, başına dökülen tozlarla birden irkildi. Zâten çok yavaş yürüyordu. Kafasını yukarı kaldırınca, bir de azarla karşılaştı.
Kadının biri, hem öteberisini pencereden silkeliyor, hem de adama çıkışıyordu:
-Terbiyesiz adam! Utanmadan, bir de, etrafı kolaçan ediyor!..
Adam, şaşkın; yürümekle yürümemek; cevap vermekle vermemek arasında gidip geldi.
Kararını verdi ve yürüyüp gitti!..
Kadın hâlâ silkeliyor ve hâlâ konuşuyordu:
-Rezil adam seni!..Penceremin dibinde ne işin var senin!..Utanmaz!...
***
Üç eski ahbap, bir yaz günü, bir çınarın altında, bir masa etrafında oturmuş çay sohbeti yapıyorlardı. Çok keyifliydiler.
Birisi dedi ki: “Arkadaş, filânca parti başkanı var ya, adam her gün bir yalan uyduruyor. Her ân, olmayan bir şeyi , olmuş gibi, millete dayatıyor. İçime sıkıntı veriyor, ondan tiksiniyorum!..”
İkinci ahbap, bu sözlerden işkillenip, birden atıldı: “Falanca partinin başkanı var ya, dedi, o da, her gün, millete hakaretten geri durmuyor. Ağzını bir açıyor, söz nereye gider bilmiyor. Ben de, ondan iğreniyor, utanıyorum!..””
İkisi de, ellerindeki çay bardaklarını bırakıp ayağa kalkmışlardı.
Anlayacağınız, birbirlerine horozlanmaya başladılar. Ahbaplık, arkadaşlık, dostluk, bir anda zehir-zıkkım olmuştu!..
Bu durumda, sözü, elbette ki, üçüncü ahbap aldı, gayet sükûnetle fakat yüksek sesle: “Hayır!..,Hayır!..Hayır!..dedi. Olmaz..olamaz böyle şey!..Bu, nasıl dostluk, bu nasıl arkadaşlıktır, be!..Hadi oturun yerinize!..Kendinize gelin!..”
Burunlarından soluyan iki dosta(!) bu nasihat tesir etmişti. .
Yerlerine oturdular.
Fakat, üçüncü ahbap, sözünü sakınmadan devam etti: “Filânca veya falancanın utanılacak, iğrenilecek, tiksinilecek yalanından size ne kardeşler!..Bu ağır ve çekilmez sözleri siz mi söylediniz ki, birbirinize giriyorsunuz!..İşte, asıl ayıbı, şimdi sizler yapıyorsunuz!..Hadi, kendinize çekidüzen verin, kucaklayın birbirinizi!..”
Tartışan iki ahbap, kısa bir süre durduktan sonra, aynı anda kalkıp birbirlerini kucakladılar…İkisinin de, hattâ üçünün de gözleri dolmuştu!..Ağlamaklı olmuşlardı!..
Çay bardaklarını yeniden doldurup, sohbetlerine devam ettiler!..