İlim insanları ve sanatkârlar, elbet önce mensubu olduğu topluma, sonra da bütün insanlığa seslenirler. Dolayısıyla ilmin ve sanatın topluma ve bütün insanlığa karşı bir görevi ve sorumluluğu vardır ve elbet olmalıdır. Ancak bu görev ve sorumluluk ayrıştırmaya, kutuplaşmaya ve ötekileştirmeye asla yol açmamalı, daima birleştirici bir gaye güdülmeli, hiçbir ilim ve sanat eseri belli bir ideolojinin veya belli bir siyasî görüşün sözcüsü, propaganda ve reklam aracı yapılmamalıdır. Çünkü bunlar moda hareketler ve oluşumlardır, gelip geçici şeylerdir, sürüp gitmezler. Toplumun zaman içinde değişmeye elverişli olan dinamik yapısının tabii bir sonucu olarak, biri gider, yerine bir başkası gelir. Asıl ve önemli olan toplum hayatının huzur, mutluluk, birlik ve dirlik içinde devam etmesidir. Her türlü ilim ve sanat eserleri ve faaliyetleri, işte bunun gerçekleşmesine ve korunmasına hizmet etmeli, aslî görevi bu olmalıdır. Bunun için de her şeyden önce millî bir karakter taşımalı, millî hayatı yansıtmalı, milletin kültüründen, tarihinden, örfünden, gelenek ve göreneklerinden beslenmeli, toplumu bir bütün olarak kucaklamalı ve insanlarda sevgi, saygı, hoşgörü duygularının ve birlikte yaşama iradesinin güçlenmesine yardım etmelidir.
Özellikle de sanat, eğer sadece belli bir gruba seslenirse muhataplarını, sevenlerini, toplumu kuşatıcı ve kucaklayıcı özelliğini büyük ölçüde kaybeder. O sebeple sanatın tek gayesi kendisi, yani sanat olmalı, ona başka görevler pek yüklenmemelidir. Değerli ilim adamı, yazar ve şair rahmetli Tanpınar’ın dediği gibi, hakikî sanat eserinin kendi varlığından başka bir hedefi yoktur; kendisinde başlar, kendisinde biter. Bütün asaleti de buradan gelir. Ondan beklenebilecek yegâne şey, bizde bedii alâka dediğimiz ve hayatımızın maddî taraflarıyla, gündelik endişeleriyle ilişkisi olmayan saf bir alâka uyandırmasıdır. Tanpınar gerçekten çok doğru, çok güzel ve çok yerinde bir tespit yapıyor. Bu tespite katılmamak mümkün değildir.
Evet, herhangi bir sanat sadece belli bir siyasî görüşü, ideolojiyi ya da düşünceyi somut, görünür ve açıklanabilir hâle getirmek için yapılırsa, sanat olma özelliğini kaybeder. Sanatın ve sanatkârın öncelikli görevi, belli bir grubun siyasî görüşlerini, düşüncelerini ve ideolojisini tebliğ etmek ve yaygınlaştırmak değildir, olmamalıdır. Yeni bir bilgi, yeni bir görüş ve yeni bir düşünce üretmek, onu duyurmak ve yaymak daha ziyade düşünce ve ilim adamlarının, belli bir ölçüde de siyasilerin işi ve görevidir. Ancak bu, sanatın sadece bir keyif ve zevk aracı olduğu anlamına da gelmez, gelmemelidir. Sanat insanların kimi gerçekleri görmesine elbette yardımcı olacaktır, olmalıdır. Her güzel ve başarılı sanat eseri, insanın güzellik duygusuna olduğu kadar onun düşünce dünyasına da hitap eder. Öte yandan sanat, aynı zamanda çok iyi bir eğitim ve öğretim aracıdır. Bu özelliği ile sanat, insanın birtakım psikolojik ihtiyaçlarını karşılayan, onun iç dünyasını, ruhunu ve gönlünü besleyip zenginleştiren, insanı yücelten ve olgunlaştıran üstün bir değer, üstün bir hazinedir. Her türlü güzel ve başarılı bir sanat eseri, estetik bütünlüğünü ve bir sanat eseri olarak taşıması gereken değerleri feda etmeden doğal olarak birtakım mesajları da iletebilir. Bu mümkündür ve bunu hiç kimse yadırgamaz. Ünlü şair Paul Valéry,“Fikir ve düşünce, manzumede, bir meyvenin gıda hassası gibi gizli bulunmalıdır” sözleriyle sanatın işte bu özelliğine işaret etmiştir. Bundan anlıyoruz ki sanatın mesajı içinde, yapısında saklıdır. Açık ve görünür değildir. Her türlü güzel ve başarılı sanat eseri mesajını telkin eder ve sezdirir. Erbabı da bunu kolayca anlar. İlim aklın, zihnin meyvesidir. İlmin bilgisi hemen her konuda rehberimiz olur; doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı hep o bilgi sayesinde ayırt ederiz. Daha çok bir duygu işi, gönül işi olan sanat ise birtakım psikolojik ihtiyaçlarımızı karşılar, ruhumuzu besler, bize faydalı olanın, iyi ve güzel olanın kapılarını açar.
Tabiattaki olaylar ve nesneler, her insan üzerinde aynı etkiyi göstermezler. Hele bir sanatkâr üzerinde hiç göstermezler. İki şair veya ressamın aynı gözlemler sonunda çok farklı algılara ulaşması daima mümkündür. O itibarla, sanatın oluşumu ilmin sabit ve değişmez kural ve kanunları ile açıklanamaz. Sanatın farkı, bizi büyüleyen, başka âlemlere çekip götüren özelliği ve güzelliği de işte buradan ileri gelir. Öte yandan, bir sanat eserini değerli kılan yalnız bugünün sesi ve sözcüsü olması da değildir. Hipokrat’ın dediği gibi,“hayat kısa, sanat uzundur.” Bir sanat eseri, bugüne olduğu kadar yüzyıllar ötesine de seslenebilir, geleceği de kucaklayabilirse değeri o ölçüde artar ve bütün insanlığa mal olur. Hangi alanda olursa olsun, bu tür sanat eserlerini üretenler de asla unutulmazlar. Adları bugün dillerdedir, yarın da olacaktır, bugün sevilirler, yarın da sevileceklerdir. Çünkü onlar,“bu kubbede hoş bir seda” bırakarak gitmişlerdir. Bunların ortak özelliği, gelecek nesillere ve bütün zamanlara hitap eden ve insan, vatan, millet ve tabiat sevgisi başta olmak üzere ölüm, aşk, hüzün, acı, keder, hasret, ayrılık, özlem, şefkat, merhamet vb. evrensel değerleri, duygu ve düşünceleri işleyen eserler bırakıp gitmiş olmalarıdır.
İlim ve sanat, her şeyden önce teşvik, destek ve takdir bekleyen faaliyetlerdir. Bir sanatkârı ve bilim insanını yücelten, verimli kılan, alanında ilerlemesini ve zevkle çalışmasını sağlayan en büyük faktör, gördüğü ilgidir, değerinin bilindiğini ve takdir edildiğini bilmektir. Sözgelimi, bir ressamı dinlendiren, çeşitli renklerin armonisiyle ortaya koyduğu tablolarıdır. O bu tablolar karşısında yorgunluğunu unutur, tuvali üstünde fırçasını gezdirirken bileğinin azalan, kaybolan gücünü, tablolarının beğenildiğini ve hayret dolu bakışlarla seyredildiğini ve takdir edildiğini gördüğü zaman yeniden kazanır. Onun için en büyük mutluluk budur ve bu durum bütün sanatkârlar ve ilim insanları için geçerlidir. O itibarla, sanatkârları ve bilim insanlarını sevmek, teşvik ve takdir etmek duygusu toplumun bütün fertlere aşılanmalıdır. G.S.Hillard adlı bir yabancı düşünür,“sanatı duyan insanlarla, sanatı anlayan insanlar çoktur, ama sanatı hem duyan, hem de anlayan insan pek azdır.” demektedir. O bakımdan, toplumda sanatı hem duyan, hem anlayan, hem de takdir eden insanların sayısını artırmak, onları sanatı ve sanatkârı seven insanlar olarak eğitmek ve yetiştirmek lâzımdır.
Dünyadaki her türlü değişme, ilerleme, gelişme ve yenileşmenin arkasında ilim insanlarının ve sanatkârların bilgisi, kültürü, çok özverili çalışmaları ve alın terleri vardır. Hayatımızı kolaylaştıran ve güzelleştirenler onlardır. İnsanlığın duyan kulağı, gören gözü olan bu insanlar, dünyaya birtakım ayrıcalıklar ve üstün meziyetlerle gelmişlerdir. Sürekli ve sistematik bir şekilde okuyup öğrenme ve yeni bilgiler edinme azmi ve sevgisi ile inceleme, araştırma ve yeni bir şeyler bulup ortaya koyma becerisi ve gayreti, bu meziyetlerin en başında gelir. Bir ilim insanını ve sanatkârı, uzun bir arayış ve araştırmalar sonunda elde ettiği yeni bir başarı ve ortaya koyduğu yeni bir eser kadar mutlu eden hiçbir şey yoktur. Onlardan, hak ettikleri bu takdiri ve teşviki esirgememek lâzımdır. Unutmayalım, medeniyet onların eseridir.