Kültür kelimesinin aslı, Lâtince’de ziraat, tarım, ekip biçme gibi anlamlara gelen “cultura” (kultura) kelimesidir. Fakat kelimenin aynı dilde mecaz ve teşbih yoluyla terbiye, eğitim, geliştirme ve yetiştirme gibi anlamlarda kullanıldığı da görülmektedir. Tarih boyunca hemen her devirde kültür kelimesine böyle farklı ve zengin anlamlar verildiği için, kültür kavramı, milletlerin ve medeniyetlerin tarihinde daima çok köklü ve çok önemli bir değer ifade etmiş, hatta zaman zaman bizzat medeniyet anlamında kullanıldığı bile olmuştur. Kültür kelimesi taşıdığı bütün bu anlamlarla Batı dillerine 18. yüzyılın sonlarına doğru girmiş ve yerleşmiştir. Fransızlar onu “kültür,” İngilizler “kalçır” olarak seslendirmiş ve dillerine mal etmişlerdir. Almanlar ise onu “kultur” olarak seslendirip yazmaktadırlar.
İster Avrupalı, ister Asyalı ya da Amerikalı olsun hiçbir millet kök itibariyle Latince olduğu için “kültür” kelimesine karşı bir tavır geliştirmemiş, tam tersine kültürü, kendi millî varlığı için çok önemli ve hayatî pek çok unsuru ve değeri içinde barındıran derin anlamlı, zengin muhtevalı ve sihirli bir kelime olarak görmüş ve benimsemiştir. Ancak Batı dillerinde kelimeye zaman içinde çok farklı anlamlar da verildiği için kültür kavramı uzun bir süre oldukça karmaşık bir mahiyet arz etmiştir. Bilindiği gibi millet, kendine has kültürü olan bir topluluktur. Her milletin varlığını devam ettirebilmek için kıyasıya mücadele ettiği günümüz dünyasında da millî kültürler, milletler için en önemli faktörlerden birisi olmaya devam etmektedir. Bunun için de her millet, kültürünün yozlaşmaması için ne gerekiyorsa yapmakta, insanlarını bu şuur içinde eğitip yetiştirmek için büyük bir gayret göstermektedir.
Biz Türkler, kültür kelimesini, Tanzimat’tan sonra aldığımız pek çok şey gibi Fransızca’dan aynen almışız ve çok daha sonraları Ziya Gökalp’in Arapça’da “çift sürme, toprak işleme, ekip biçme” gibi anlamlara gelen “hars” kelimesini kültür karşılığı olarak teklif edişine kadar, Fransızların anladığı ve kullandığı anlamda, yani “maarif” veya daha geniş anlamıyla “irfan” karşılığı olarak kullanmışızdır. Ziya Gökalp’in teklif ettiği “hars” kelimesi de, Millî Edebiyat Devri’nde dilin sadeleştirilmesi, Doğu ve Batı dillerinden alınan bazı kelimelerin Türkçenin yapısına ve kurallarına göre söylenip yazılarak kullanılması ve böylece Türkçeye mal edilmesi şeklindeki çalışmalar sebebiyle pek fazla tutunup kullanılmamıştır. Bu devirde de, “kültür” kelimesi daha çok benimsenmiş ve kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminde “kültür” karşılığı olarak teklif edilen ve birtakım yazar ve çizer tarafından benimsenmiş olan “ekin” kelimesinin de sevildiği ve yaygın bir kullanım alanı bulduğu söylenemez. Netice itibariyle “kültür” kelimesi, bugün bizde ve Batı dillerinde kök anlamına uygun olarak okunup yazılmakta ve kullanılmaktadır. Bir vesileyle yukarıda da belirtildiği gibi, Batı dillerinde kelimenin zaman içinde yeni ve farklı anlamlarda da kullanılması, dolayısıyla kültür kavramının karmaşık bir mahiyet arz etmesi yüzünden, kültürün çok değişik şekillerde tarif edildiği de görülmüştür. Yapılan tespit ve araştırmalara göre, bu gün kültürün 160 civarında tarifi vardır. Elbet bu tarifleri belli bir oranda birleştiren ortak ve benzer taraflar da vardır ve kültür, çoğu zaman öyle zannedildiği gibi, sadece “kazanılmış bir bilgiler bütünü” değil, “pek çok şeyi okuyup öğrendikten ve unuttuktan sonra geriye kalan bir tortu” da değil, çok daha zengin, çok daha geniş ve çok daha derin anlamları olan bir oluşumdur, milletleri birbirinden ayıran millî bir tecrübenin birikimidir, bir hayatı anlama ve yaşama tarzının ifadesidir ve bütün bu özellikleriyle de millet adını verdiğimiz büyük insan topluluğunun can damarını teşkil eder. Bütün kültür tariflerinden çıkarılacak netice de, aşağı yukarı bundan ibarettir.
Şurası bir gerçektir ki, kültür kavramı ile millet kavramı arasında çok köklü ve ayrılmaz ilişkiler vardır. Bu iki kavram, et ile tırnak gibi birbirine bağlıdır; bunların ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Kültür bir milletin karakteristik özelliklerini şekillendiren, onun hayatını kolaylaştıran ve yönlendiren bütün değerleri içinde barındırır ve nerede millet olma seviyesine ulaşmış bir insan topluluğu varsa, orada millî ve yerli bir kültür de var demektir. Çünkü kültür, bir millete şahsiyetini veren, onun öteki milletlerden ayrılan taraflarını ortaya koyan ve tarihin tabii akışı içinde kendiliğinden oluşarak ait olduğu milletin maddî ve manevî bütün değerlerini ahenkli bir bütün hâlinde içinde barındıran zengin bir hazinedir. O millete ait her şeyi bu hazinede bulmak mümkündür. Rahmetli hocamız Mehmet Kaplan’ın dediği gibi, tabiatın verdiği ile yetinmeyerek onu değiştirmesi, kendi emrinde ve hizmetinde kullanması ve hatta onu aşması, insanoğlunu diğer canlılardan ayıran çok önemli bir özelliktir. Bir millete mensup olan insanların tarihin tabii akışı içinde maddî ve manevî her şeyi işleyip geliştirerek vücuda getirdiği bütün değerler, kültür sahasına girerler ve o milletin kimlik kartını, onun orijinalitesini ifade ederler. Kısaca söylemek gerekirse, millet kültürü yaratır, kültür de milleti yaşatır. Bir milletin kültürünü meydana getiren maddî ve manevî unsurların başlıcaları tarih, dil, din, çeşitli sanat eserleri, örf ve âdetler, gelenek ve görenekler, farklı davranış şekilleri, duyuş ve düşünüş tarzlarıdır. Bütün bu değerler, milletleri birbirinden ayıran vasıflar olarak ortaya çıkar ve milletin hayatı ile birlikte değişerek gelişir ve kültürleşirler. Elbet kültürün Doğu kültürü, Batı kültürü, İslâm kültürü, Hıristiyan kültürü, Grek ve Latin kültürü, halk kültürü gibi daha pek çok çeşidi de vardır. Ama bunlar içinde bir milleti var eden ve yaşatan millî kültürdür. Yeryüzünde ne kadar millet varsa o kadar da millî kültür var demektir. Bir İngiliz bir Fransız’a, bir Türk’e, bir Çinli’ye veya bir Japon’a pek benzemez. Bunlar arasında çok önemli farklar vardır. Bu farklar çoğu kere sadece fizikî görünüş ve yapıda da değildir. Birbirinden çok ayrı istikâmetlerde oluşup gelişmiş olan millî kültürleri, farklı milletlere mensup insanları tamamen değişik karakter ve mizaçta varlıklar olarak ortaya çıkarmıştır. Sözgelimi, bir Türk’ün gözyaşlarına boğulduğu herhangi bir olay karşısında başka milletlere mensup kimi insanlar hiç etkilenmeyebilirler, hatta kahkaha ile gülebilirler. Bunun gibi, bir İtalyan ile bir Fransız’ın ya da bir Japon’un ağlayışları, tebessümleri, oturuş kalkışları, yiyip içme kültürleri ve alışkanlıkları da birbirine benzemeyebilir. Çünkü insanların hayata bakışı, hayatı, olayları ve eşyaları yorumlayışı, zevk ve duygu dünyaları birbirinden tamamen ayrı doğrultularda gelişme göstermiş ve tarihin akışı, her millete, onun kendi özüne uygun düşen bir sanat, bir dil, bir felsefe, kısaca bir kültür vermiştir. Bu da dünyada insanların farklı milletler halinde bir araya gelmesine yol açmıştır. Eğer tek bir dünya kültüründen söz edilebilseydi, o takdirde her bakımdan kendisine benzeyen tek bir dünya milletinden söz etmek de mümkün olabilirdi. Oysa geçen zaman ve yaşanan tarihi devirler ve olaylar, bunun böyle olmadığını bize göstermiştir. Bugün yaşadığımız olayların seyri de, bunun hep böyle sürüp gideceğini göstermektedir.
Ancak, ayrı kültürlere sahip olan bu milletler, birbirlerinden tamamen kopmuş, tecrit edilmiş bir halde de yaşamazlar. Onlar arasında aynı dünyada birlikte yaşamaktan ve çok değişik konularda temas ve alışveriş içinde bulunmaktan ileri elen çok sıkı ilişkiler vardır. Bunun tabii bir sonucu olarak her millet, tarih boyunca oluşup gelişen ve kendine özgü birtakım ayırıcı unsurlar ihtiva eden millî kültürü ile insanlığın, yani bütün öteki milletlerin şu veya bu oranda ortak eseri olan medeniyet kadrosu içinde yer alır. Yani önce millet ve millilik, sonra medeniyet gelir. Millî olmadan medenî olunamaz. Dünyada, medenî değerlere ve ölçülere sahip bir millet olarak yaşayabilmenin ilk ve en önemli şartı, her şeyden önce zengin, canlı ve kuvvetli bir kültüre sahip olmaktır. Çünkü kültürleri zayıf ve yozlaşmış olan ya da mevcut kültürlerini işleyip canlı tutamamış, onu yeni nesillerine aktaramamış milletler, genellikle medeniyette de zayıftırlar veya taklitçi konumdadırlar. Böyle milletlerin medenî milletler tarafından horlanıp ezilmeleri de daima mümkündür ve maalesef günümüzde bunun pek çok örneğini de vardır. (Devam edecek).