Prof. Dr. Mustafa ÖZBALCI

ÇANAKKALE SAVAŞLARI VE ÇANAKKALE RUHU

Prof. Dr. Mustafa ÖZBALCI

        18 Mart Çanakkale zaferinin yıldönümüdür. Çanakkale savaşı, Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) içinde yer alan ve hem karada, hem denizde cereyan etmiş olan bir savaştır. Oluş şekli ve ortaya koyduğu neticeler bakımından, tarihin kaydettiği büyük ve önemli savaşlardan birisidir. Bu savaşla tarihin seyri değişmiş, Türk milletinin adını yeryüzünden silmek maksadıyla bir araya gelmiş olan İngiltere, Fransa, Rusya ve onların irili-ufaklı yandaşlarından oluşan itilaf devletlerinin bütün plânları ve projeleri altüst olmuştur. Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’u ele geçirmek, böylece Osmanlı İmparatorluğu’nu savaş içinde çökertmek, dolayısıyla Rusya yolunu açarak, artık savaşacak gücü pek kalmamış olan Rusya İmparatorluğu’na silah ve cephane sağlamak, karşılığında da Rusya’dan yiyecek ve gıda maddeleri temin etmek, Boğazları ele geçirmek suretiyle de Süveyş Kanalı ve Hint yolu üzerindeki Osmanlı baskısını ortadan kaldırmak ve nihayet Balkan Devletleri’nin kendi saflarında yer almalarına imkân hazırlamak gibi çok çeşitli hedef ve gayelerle harekete geçen Fransa, İngiltere ve ortakları, asırlardan beri yok etmek istedikleri Türk milletinden Çanakkale’de mükemmel bir dayak daha yemişlerdir.  Çünkü, “Kendi donanmalarının çok kuvvetli desteğine güvenen bu birleşik düşman kuvvetleri karşısında Mehmetçiğin azim ve iradesi çelikleşmiş ve düşmanı olduğu yerde çivilemiştir.”(Hamza Eroğlu,Türk İnkılâp Tarihi, 1982, s.81-82).

              Bu savaş, şerefi, imanı ve hür iradesi ile yaşamak hakkını her türlü şart altında korumasını bilmiş olan milletimizin yazdığı en büyük kahramanlık destanlarından birisidir. Milletimizin göğsünü kabartacak ve onu gururlandıracak dünya öcüsünde büyük bir iman ve milliyet savaşıdır. Çanakkale’de milletlerle beraber onların dinleri ve imanları da çarpışmıştır. O zamanki Batı basınında da ifade edildiği gibi, bu savaş birleşik Batı ordularının ve donanmalarının, İslâm dininin en büyük mensubu ve en güçlü savunucusu olan Türk milletine karşı tertip ettiği en son ve en büyük bir Haçlı Seferidir. Savaşı zaferle bitiren Müslüman Türk Mehmetçiği, Çanakkale’de iman gücü ile yeni bir kahramanlık destanı yazarken, inanmış bir avuç insanın, kendisinden birkaç kat üstün olan kuvvetleri nasıl dize getirebildiğini de bütün dünyaya bir defa daha göstermiştir. İnanmak ve kendine güvenmek, bir milleti büyük millet yapan kuvvetlerin başında gelir. Bizim milletimiz inanmış ve kendine güvenen bir millettir. Ordumuz da veliler, gaziler ve fâtihler ordusudur. Bu ordu, tarih boyunca Allah’ın askeri olabilmek için savaşmış, fethettiği diyarlara zulüm ve gözyaşı değil, sevgi, şefkat ve adâlet götürmüş bir ordudur. Biz asker ocağını kutsal ve peygamber ocağı sayan bir milletiz. Dünyada bizim kadar dini, imanı ve ordusu ile bütünleşmiş çok az millet vardır. Büyük vatan şairimiz Yahya Kemâl,  milletimizin en önde gelen vasıflarından birinin, “ordu-milletlerin en çok döğüşeni ve en sarpı” olduğunu söyler. Gerçekten de bizim ordumuz,  milletin bağrından çıkmış, onunla bütünleşmiş bir ordu, milletimiz de bir “ordu-millet”tir. Bunun böyle olduğuna bütün bir tarih şahittir. Atatürk, Çanakkale hatıralarında, askerimizin dini ve vatanı için savaşırken gösterdiği üstün cesareti, heyecanı ve direnişi anlatırken, “Size savaşmanızı değil, ölmenizi emrediyorum” komutunu verdiği askerinin nasıl savaştığı konusunda şunları söyler: “Biz insanların kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafemiz sekiz metre. Yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin hepsi ölüyor, hiç kimse kurtulamıyor. Onların yerini, imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle ikinci siperdekiler alıyor. Öleni görüyor, üç-beş dakika sonra öleceğini de biliyor, ama en ufak bir duraksama bile göstermiyor ve sarsılmıyor. Okumak bilenler ellerinde Kur’ân-ı Kerim, Cennet’e girmeğe hazırlanıyorlar. Bilmeyenler ise Kelime-i Şahâdet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, hayrete ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale savaşını kazandıran, işte bu yüksek ruhtur.”

              Bizim askerimiz gerçekten, savaşta şehit olursa Cennet’e gideceğine bütün kalbiyle iman etmiş bir askerdir. Onun içindir ki, millî şairimiz Mehmet Âkif, ona, “Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman” diye seslenir. Evet, yine Âkif’in, İstiklâl Marşı’mızda da ifade ettiği gibi, “Garbın ufuklarını çelik zırhlı duvarlar bile sarmış olsa,” bu, Mehmetçiğin iman dolu göğsü ile çizdiği sınırları aşmaya yetmez. Tarih boyunca da yetmemiştir. Âkif’in, Çanakkale Savaşı’ndan önce yazdığı “Berlin Hâtıraları”  adlı şiirinde,“Muazzam ordumuzun en muazzam evlâdı/Ki pâk alınları İslâm için son istihkâm”diyerek övdüğü Mehmetçiklerimiz, Çanakkale’nin denizden ve karadan geçilemeyeceği gerçeğini bütün dünyaya bir kere daha haykırırken, aynı zamanda çelikten zırhlı tabyalara boyun eğdirmiş, onları dize getirmiş ve böylece büyük bir destan daha yazmıştır. Evet, bu savaşta Türk askeri, bütün bir Avrupa’nın, hatta dünyanın ordu ve donanmalarıyla savaşmış ve başarmıştır. Çanakkale Savaşı, Türk askeri ile yeni ve güçlü bir Haçlı Ordusu arasında cereyan etmiştir ve Türk askeri, asırlardan beri yenmeğe alışık olduğu birleşik Haçlı Ordularına büyük bir ders daha vermiştir. Hiç şüphesiz, “Vatan, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” sözünün en büyük delili bizim askerimiz ve bizim vatanımızdır.  Çünkü o, sıradan bir toprak parçası değildir. Asırlardır uğrunda can veren ve onun sıcak kucağında ebedî uykularını uyumakta olan milyonlarca şehidin kanları ile yoğrulmuş bir vatandır; aziz ve kutsaldır.

             Çanakkale, Mehmetçiğin tarihe mal ettiği zaferlerin sadece birisidir. Burada, kumandanından erine kadar bir inanmışlar ve gaziler ordusu olan ordumuzun karşısında, “Tek dişi kalmış” bir canavardan başka bir şey olmayan Hıristiyan Batı dünyasının çeliğe, demire, kısaca maddî üstünlüğe dayanan orduları, pes etmişler ve geri çekilmeğe mecbur olmuşlardır. Millî şairimiz Mehmet Âkif, bu birleşik düşman ordusu için, Çanakkale Şehitleri adlı şiirinde şunları söyler:

                                    Eski dünya,  yeni dünya, bütün akvâm-ı beşer,

                                    Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.

                                    Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,

                                    Avusturya’yla beraber, bakıyorsun Kanada!

                                    Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk, 

                                    Sade bir hâdise var ortada: Vahşetler denk!

                                    Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne belâ,

                                    Hani tâ’ûna da züldür bu zelil istilâ!

                                    

                                    Âh o yirminci asır yok mu, o mahlûk-ı asîl,

                                    Ne kadar gözdesi mevcut ise, hakkıyla sefîl.

                                    Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;

                                    Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

 

           Âkif, çok farklı milletlerin askerlerinden oluşan bu birleşik Avrupa ordusunun, Mehmetçiğin üstüne günlerce ölüm yağdıran silahlarını ve Mehmetçiğin bu vahşi saldırılar karşısındaki cesaretini ve yiğitçe direnişini tasvir ederken,  özetle şunları söyler: “Medeniyet denilen kahpe, hakikat yüzsüz”  çehresiyle Batı, Mehmetçiğin üstüne aylarca ölüm kusmuştur. Müthiş bir harp olmuştur Çanakkale’de. Yıldırımlar ufukları parçalamış, zelzeleler derinlikleri ve çukurları kaldırmış, altüst etmiştir. Her siperin üstüne ardı ardına inen bomba şimşekleri, aslan neferin göğsünde sönüp giderken gökler alev indirmiş, toprak ateş püskürmüş;  dağ eteklerine, ovalara, vadilere sağanak hâlinde insan parçaları müthiş bir tipi gibi savrulmuş,  etrafa kafalar,  gövdeler, bacaklar, kollar, çeneler, el ve ayaklar serpilmiştir. Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler, zırha bürünmüş nâmert eller ve sürü hâlinde dolaşan sayısız tayyare, Mehmetçiğin açık ve savunmasız sinesine alev kusmuş, ateş yağdırmıştır. Ama bütün bunlar, bu alçakça, hayâsızca ve insafsızca saldırılar, Mehmetçiği yıldıramamış, demirden çemberler onun iman dolu göğsü üstünde parçalanıp gitmiştir.” Âkif, Mehmetçiğin bütün bu rezâletler karşısındaki lâkayd ve umursamaz tavrını şöyle dile getirir:

                                  

                                    Kahraman orduyu seyret ki, bu tehdide güler…

                                    Ne çelik tabya ister,  ne siner hasmından.

                                    Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

 

Bu mısralarla Âkif, tarihin kaydettiği en büyük zaferlerden biri olan Çanakkale zaferini kazanan büyük sırrı ve ilâhî tılsımı da anlatmış olmaktadır. Hiç şüphesiz o büyük sırrın ve ilâhî tılsımın sahibi, yine bir büyük vatan şairimizin, Yahya Kemâl’in, “Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli” diye tarif ettiği Mehmetçiktir.  O Mehmetçik ki, Âkif’in hepimizin duygularına tercüman olarak ifade ettiği gibi: 

 

                                    Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

                                    Gökten ecdât inerek öpse o pâk alnı değer.

                                    Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

                                    “Gömelim,  gel seni tarihe” desem sığmazsın!

 

mısralarının da en büyük muhatabıdır. “Ki onların yeri ve göğü dolduran azîz ruhları, bugün hâlâ bizimle beraberdir. Bize yükselme ve ilerleme yolunda hamle gücü hazırlayan tek sağlam temel onlardır; onların varlığı, mâneviyâtı ve îmânıdır. Esasen Çanakkale ve İstiklâl savaşı şehitlerini ve benzerlerini toprağa vermiş bir millet, ebediyen yaşama ve yükselme hakkını kazanmış millet demektir. Yeter ki biz bunun mânâsını ve değerini bilelim, en doğru ve eksiksiz olarak çocuklarımıza da öğretelim.” (Nihat Sami Banarlı,Târih ve Tasavvuf Sohbetleri, 1984, s.144 vd.)

       Bildiğimiz gibi Âkif, Çanakkale şehitlerini yere göğe sığdıramaz ve onlara şöyle seslenir: 

                  

                                       Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihan,

                                       Ey şehit oğlu şahit, isteme benden makber.

                                       Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

 

        Görülüyor ki şâir, yine kendi deyimiyle, “Bir hilâl uğruna” şehit olan Mehmetçiği Hz. Peygamberin şefkat dolu kucağına emanet ediyor. Asırlardır din için, vatan için, millet için şehit olmayı en büyük mertebe sayan Mehmetçiğin yatacağı yer, gerçekten de Peygamberin şefkat dolu kucağıdır. Çünkü yine Nihat Sami’nin deyimiyle Mehmetçik, “Türk” denen şerefli milletle, Müslümanlık denilen samimi bir imanın tarih potasında ve üç kıtalı bir vatan coğrafyasında birleşmesinden doğan Türkiyeli bir terkip, olgun ve aziz bir kompozisyondur.(İman ve Yaşama Üslubu, 1986, s.252). Bir vesileyle yukarıda da söylediğimiz gibi bize düşen görev, işte bunun idraki içinde bulunmak ve bu aziz vatanı bize armağan eden şehitlerimize lâyık olabilmek için canla, başla çalışmaktır. Çanakkale bize 250 binden fazla şehide mal olmuştur.  Bunların büyük çoğunluğunu hem Doğu, hem de Batı kültürlerini vererek yetiştirdiğimiz, Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce gibi dilleri öğreterek bir meslek sahibi yaptığımız gençler ve yedek subaylar teşkil eder.  Türkiye önce Sarıkamış’ta, sonra Çanakkale ve Sakarya’da telef olmuş bu yetişmiş nesillerin doğurduğu boşluğu bugüne kadar hakkıyla telafi edebilmiş değildir. Türkiye’nin hemen her alanda bugün hâlâ yaşamakta olduğu yetişmiş insan sıkıntısının temelinde bilhassa Çanakkale Savaşlarının çok önemli bir yeri vardır. Ama o genç Türk aydınları, canlarının ve kanlarının bedeli olarak biz bir vatan bırakmışlardır. Emekleri boşa gitmemiştir. Görevlerini yapmışlar, vatan toprağında rahat ve ebedî bir uykuyu hak etmişlerdir. Şimdi önemli olan, sonraki nesillerin, yani bizlerin ne yaptığımızdır. Onlara lâyık olduğumuzu gönül huzuru ile söyleyebilir miyiz? Sanmıyorum. Çünkü manzara net ve açık bir şekilde ortada durmaktadır. Çanakkale’yi başaran insan tipini hangi kültür yoğurdu, hangi değerler perçinledi, hangi güzellikler ona ruh verdi? Nasıl oldu da, vatan için ölmeye gülerek gidenlerin torunları arasından bugün sahte raporlar alarak askere gitmeyen asker kaçakları ve teröristler çıkabildi? Evet, kahramanlar yetiştiren bir ruh nasıl ve niçin katledildi? Nasıl oldu da “Çanakkale geçilemez” diyenlere ihanet ederek kültür emperyalizmine boyun eğdik ve Batı dünyasına bağımlı hâle geldik? Evet, Çanakkale’nin rahmetle andığımız kahramanlarının aziz ruhları soruyor: Bu ihanetin hesabını kim verecek?  Dünyada ve yakın çevremizde olup bitenler, hiç vakit geçirmeden, Çanakkale’nin direniş ruhuna sarılmamız gerektiğini göstermektedir. Türk milleti hiçbir zaman müstemleke olmadı. İnşallah bundan sonra da olmayacaktır. Devlet sorumluluğu taşıyanlar, içte ve dışta devletimize ve milletimize düşman olanların avukatlığını yapanlara en kuvvetli bir şekilde “hayır” demeyi bilmelidirler. Aksi halde tarihe “müstemleke valisi” olarak geçerler. Çanakkale’nin aziz şehitlerine lâyık olmanın yolu da, ancak ve sadece müstemleke zihniyetine “hayır” demekten geçer.