Egemen bir millet ve kalkınmış bir refah devleti olarak yaşayabilmek ve varlığımızı devam ettirebilmek için, dünyanın neresinde olursa olsun, her türlü medenî ve teknolojik gelişmeleri çok yakından takip etmemiz, Atatürk’ün de dediği gibi, “çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” için ne gerekiyorsa onu mutlaka yapmamız şart ve zorunludur. Millet olarak tarihî tecrübemizi, maddî ve manevî değerlerimizi birbirine destek yaparak ve el ele verip çalışarak bunu başarmamamız için ciddî hiçbir sebep yoktur. Biz yıllardır gelişmiş ve kalkınmış bir toplum olmak için neler yapılması gerektiği konusunda hep konuşur dururuz. Siyasetçilerimiz ve aydınlarımız arasında hemen her dönemde en çok konuşulan ve tartışılan konu hep bu olmuştur. Bu konuda pek çok yayınlar yapılmış, çok farklı görüşler ortaya atılmış ve tartışılmıştır. Siyasetçiler ve aydınlar arasında konuşulup tartışılmaya bugün de devam edilmektedir. Herkes konuyu başka bir açıdan ele almış ve kendine göre birtakım çözüm yolları da göstermiştir. Kimileri, köy-şehir ayırımı yapmadan toptan kalkınmanın önemi üzerinde durmuş, kimileri de kalkınma “köyden mi, şehirden mi başlamalı?” konusunu tartışmaya açmış ve köyden başlamasının daha iyi ve daha hızlı olacağını savunmuştur. Sözgelimi rahmetli Ecevit’e göre kalkınma köyden başlamalıdır. O, her ne kadar sonuçsuz kalsa da, “köykent” projesi ile kalkınmanın köyden başlamasının önemine işaret etmiştir. Bir bakıma Rahmetli Demirel de, “şehirde ne varsa köyde de o olacaktır” diyerek aynı görüşü desteklemiştir. Kabirlerinde rahat uyusunlar. Dilekleri büyük ölçüde yerine gelmiştir. Çünkü artık hayatımızda, eskisi anlamında bir köy yoktur. Hepsi mahalle olmuş, bir şehre ve bir belediyeye bağlanmıştır. Yani köyle şehrin hiçbir farkı kalmamıştır. Şimdi önemli olan şehirlerin gelişmesi ve kalkınmasıdır. Çünkü kalkınmış, problemlerini çözmüş bir şehrin çevresinin kalkınmasına da hizmet edeceğine hiç şüphe yoktur. Aslında doğru ve ideal olan her ikisini birlikte kalkındırmaktır. Ama ne var ki biz, yaklaşık iki asırdan beri yeni bir işe koyulurken hep Batıyı örnek aldığımız için bu konuda da aynı yolu izledik ve daha çok şehirlerin kalkınmasına öncelik verdik; uzun bir süre köyü ve köylüyü ihmal ettik. Bizim acı bir gerçeğimiz de budur.
Bilindiği üzere Batı’da çağdaş gelişme ve kalkınma feodal sistemin sarsılması ve şehirlerin kurulması ile başlar. Önce bir alış-veriş merkezi ve pazar yeri olarak kurulan şehirler, giderek büyümüş ve büyük sanayi merkezleri hâline dönüşmüştür. İş bölümü ve iş hürriyeti alanındaki gelişmeler de şehirleşme ile başlamış, bu da feodal sistemi sarsmış ve sonunu getirmiştir. Böylece yapıcı ve yaratıcı gücünü serbestçe ve açıkça ortaya koyma fırsatı bulan insanoğlu, bugünkü ilmî ve medenî gelişmenin sırrını, yol ve yöntemlerini de keşfetmiştir. Milletçe kalkınmanın ivmesi, şehirlerde kurulan sanayi merkezleri sayesinde hızını gittikçe artırmıştır. Kısa zamanda tesirlerini hemen her alanda geniş olarak gösteren sanayinin, ziraat ve tarım alanına aktarılmasıyla modern araç-gereçlerle tanışan köylü, çiftçi ve üretici de bir açık hava işçisi hâline gelmiştir. Teknik vasıta ve imkânların köylerde yaygın olarak kullanılması ve şehir kültürünün köylerde de giderek daha fazla yayılması ile gelişen şehirler, köyler üzerinde de tesirli olmaya başlamış, bu da hem köylerin kalkınmasını hızlandırmış, hem de köylerden şehirlere göçlerin başlamasına yol açmıştır. İktisadî, kültürel, ahlâkî ve sosyal gelişmeler önce hep şehirlerde başlamıştır. O itibarla, aşırı olmamak şartıyla, köyden şehre akını tabii ve normal karşılamak gerekir. Bu süreç Batı’da da aynı şekilde işlemiştir. Belki, birtakım romantik duyguların tesiriyle “önce köy “diyenler çıkabilir, ama gerçekler onları pek desteklemiyor. Çünkü şehirde başlayan gelişme, zaten tesirini kısa zamanda yakın çevresi üzerinde de gösteriyor ve en uzak köylere kadar yayılıyor. İnsanlar ister istemez şehirlerle daha fazla ilgileniyorlar. Her yenilik önce şehirde başlıyor. Okulun, yolun, sanayi tesislerinin, inşaatların, gösterişli binaların ve diğer her türlü sosyal ve iktisadî kamu kurum ve kuruluşlarının en güzeli ve en büyüğü hep şehirlerde kuruluyor. Bu da köyleri şehirlere bağımlı hâle getiriyor. Şehir aynı zamanda ilmin, eğitim-öğretimin, kültürün, teknolojik ve sanayi alanındaki her türlü gelişmenin de merkezi durumundadır. Kalkınmış ve gelişmiş bir şehir, tabii olarak çevresinin kalkınmasına da hizmet ediyor. Kısaca şehir, kalkınmanın merkezi ve beyni oluyor, bütün yükü omuzlarında o taşıyor. O sebeple, şehri kalkındırmak, onun çevresini de kalkındırmak demektir.