Büyük şair Mehmet Akif Ersoy Safahat’ta “Geçmişten adam hisse kaparmış… ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar;/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” der.
Büyük şair haklıdır hem siteminde hem de geçmişten adamın hisse kapmasında. Kapması gerek ama ne yazık ki çoğu kez bilgisizlikten, kimi zamanda umursamazlıktan, ders alınmaz ve tarih bütün acılarıyla tekerrür eder.
Bir zamanlar 16 milyon kilometrekareye hükmetmiş olan Osmanlı Türklerinin yani bizlerin tarihten hemen hemen her toplumdan daha fazla ders almamız, bunun için de tarihi doğru okumamız ve doğru bilmemiz gerekiyor. Sadece bu vatanda yaşayan 84 milyon Anadolu Türk’üne değil, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar geniş bir alanda yaşayan 300 milyon civarında Türk’e ve asırlarca “yol açıcı kılıcı, koruyucu kalkanı” olduğumuz yaklaşık 2 milyar Müslüman’a karşı da sorumluluğumuz vardır. Çünkü Türklük Aleminin de İslam Dünyası’nın da önderi dün olduğu gibi bugün de Anadolu Türklüğüdür.
İki gün önce bu sütunlarda Sultan II. Abdülhamit’le ilgili bir yazı yazdım. Bir büyük yalanı ve o yalandan beslenen yanlışı vurgulayan bir yazı. Yazının konusu Sultan II. Abdülhamit’in öldürüldüğü ve bir karış toprak kaybetmediği yalanıydı. Abdülhamit Han asılmamış eceliyle ölmüştü ve bugünkü Türkiye’nin hemen hemen iki katı toprak kaybetmişti.
Bizim Sabri(Aslan) “verdiği toprakları bir yazı konusu yapsan” yorumu yapmış yazının altına. Biraz hınzır bir zekânın dışa vurumu! Madem öyle istedi Sabri yazalım.
93 Harbi sonrası Rus ordusu o zamanlar Ayastafanos denilen Yeşilköy’e kadar geldi. Ayastafanos’da bir anlaşma imzalandı Rusya ile Osmanlı arasında. Büyük devletler, daha doğrusu o devrin emperyalistleri sevmediler bu anlaşmayı, Rusların elde ettiği kazançlar onlarda rahatsızlık yarattı. Berlin’de ikinci bir kongre düzenlediler ve yeni anlaşma bir anlaşma imzalandı.
Berlin anlaşmasıyla Türkiye kendisine tabi olan Romanya, Sırbistan ve Karadağ prensliklerine tam istiklal tanıyordu. Balkanlarda üç yeni devlet kurulacak ve bu devletler daha sonra Osmanlıya karşı birleşeceklerdi.
Sırbistan ayrıca Niş sancağını da alıyordu. Karadağ toprak ve nüfusça bir misli büyüyor, Romanya da Türkiye’den Dobruca sancağını alıyordu. Bosna-Herkes ise kâğıt üzerinde Osmanlı’ya bağlı olmasına rağmen yönetimi Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna veriliyordu.
Merkezi Sofya olan bir Bulgaristan Prensliği kuruluyordu. İç işlerinde bağımsız olacak ama Osmanlı İmparatorluğu’na vergi verecekti. Bulgar Prensliği ayrıca yeni teşekkül eden Doğu Rumeli eyaletinde de geniş yetkilere sahip olacaktı.
Sadece batıda değildi toprak kaybı doğu da vardı. Kars, Artvin ve Ardahan sancakları ve Batum kazası Ruslara bırakılıyordu.
İki anlaşma arasında İngiltere Kıbrıs’a el koyuyordu. Güya İngiltere bizi Ruslara karşı savunmak için Doğu Akdeniz’de bir üsse ihtiyaç duyuyordu. Kıbrıs kâğıt üzerinde bizim toprağımızdı ama fiilen İngilizler yönetecekti.
İngilizler aynı uygulamayı 1882’de Mısır’da da yapacaklar, Mısır kâğıt üzerinde bizim ama gerçekte İngiliz’in olacaktı.
Rus ve İngiliz kapar da Fransız durur mu, Onlar da Tunus’a el koydular. İran da yağmadan nasibini aldı ve Kotur kazasını kaptı.
Bu süre zarfında bir savaş kazandık ama ne garip ki toprak kaybettik! 1897’de Dömeke meydan muharebesinde Yunan ordusunu dağıttık ama barış masasında Tesalya’yı Yunan’a verdik!
1897’de Girit adasının muhtariyetini de tanıdık. Türk ordusu adayı birkaç hafta içinde terk etti. Ardından da on binlerce Giritli Müslüman Anadolu’ya göçtü ve Girit 1913’de tamamen elimizden çıktı.
1877-1878 Osmanlı Rus Harbi için Yılmaz Öztuna “Türkiye tarihinin en büyük felaketlerinden biri oldu. Yıkılışı haber veren gerçek bir öncü mahiyetindeydi” der ve “Ancak Türk kaybı, toprak kaybından ibaret kalmadı. Bir milyonun üzerinde göçmen, Bulgaristan’dan İstanbul’a doğru aktı. Anadolu ve Rumeli’nin her tarafına dağıldı. Bulgaristan’da nüfusun yarısını teşkil eden Türkler azınlık durumuna düştüler” diye ekler.
Bu satırlar Sultan Abdülhamit’i yermek, hele de kötülemek değildir. Sadece bir durum tespitidir.
Yılmaz Öztuna “bir zamanlar Abdülhamit’i kötülemek modasına tepki olarak” “yeni bir moda daha çıktığını” belirterek şunları söyler:
“Bu moda da II. Abdülhamit’in savunulması mümkün olmayan şahsi kusur ve siyasi hatalarını bile birer keramet derecesinde gösterme modasıdır. İhtisas tarihçiliğinden gelmeyen bazı yazarlar, bu konuda birçok kitap yayınlayarak, tam bir dünya adamı, karakteristik bir siyasi şahsiyet olan II. Abdülhamit’i kutsallaştırmış, evliya mertebesine yüceltmiştir.”