Kültür; mâddî ve mânevî her türlü değerin, toplum/millet/cemiyet/halk tarafından ‘kabul görmüş’ yekûnudur.
Ferdî düşünüş ve davranışların, cemiyette yaygın bir hâl alması; irâdî veya şuûraltı birikimlerinin şu veya bu sebeple ortaya çıkararak müşterek vasıf kazanmasıdır.
Milletler, târih içersinde, bunlardan makbul olanları devam ettirip, onlara, yine mûteber olanları ilâve ederlerse, kültürdeki hem târihîlik, hem coğrafî yaygınlık ve hem de cihânşümûl temâyül maksadına ve hedefine ulaşabilir.
Bu mânâda Türk kültürü, son cümlemde ifade etmeye çalıştığım bir kültür’dür.
Ancak…
Dünyâda ve ülkemizde, kültür değişmesi ve kültür yozlaşması gibi tâbirler oldukça fazladır. Hiç şüphesiz, kültür yozlaşması, günümüze mahsus değildir ve tabiî ki, ahlâkî yozlaşmaya tâbi olarak- her devirde çok da ileri safhalarda yaşanmıştır.
Bir diyârda; yalan, kabalık, kin, riyakârlık, cinâyet, fuhuş, fâiz, tâciz, haset, itimatsızlık, gasp gibi, İslâmî, millî ve insânî değerlere aykırı söz ve tavırlar artmış ise, ve, bütün bunlar, âdeta ‘müşterekleşen bir kültür’ hâline dönüşüp ‘an’aneleşmeye’ başlamışsa, orada, iyiden iyiye durup, enikonu düşünmek lâzımdır.
Zîra kültür; kendinin, dâimâ, iyilikle anılmasını isteyen ‘makbûl ve mûteber’ bir mefhûmdur. Meselâ; Türk kültürü denildiği zaman, gözler önüne, ‘ihtişamlılık’ gelir: Güzellik, doğruluk, âlicenaplık, vatanseverlik, insânîlik, fedakârlık, dürüstlük, cömertlik, gözüpeklik, mazlumu himâye, yardımseverlik gelir. Dolayısiyle; hiç kimsenin, bu güzel intibaları zedelemeye, bozmaya, tahribe ve tökezletmeye hakkı yoktur.
“Bir kavim/topluluk/millet/halk kendini değiştirmedikçe, Allah, onun durumunu değiştirmez” (Er-Ra’d, 11).
Yâni, bir kavim/topluluk/cemiyet/millet/halk, kendine verilen akıl ve irâdeyi kullanmayı becerip iyi bir hâl, bir çıkış yolu bulabileceği gibi, beceremeyip, kendini kaosa da sürükleyebilir. Onlara hiçbir müdahale yoktur.
Hâliyle; ‘kültür’ inşâcısı, doğrudan doğruya, kavmin/topluluğun/cemiyetin/milletin/halkın kendi irâdesiyle, kendi fikir ve fiileridir.
İyi veya fenâ hâller, ona âittir. Kültürün bâzı hususiyetleri hâriç; kültür, doğrudan doğruya ‘ahlâk’tır.
Ahlâkın zedelendiği, bozulduğu, tahrip edildiği yerde, hiçbir sosyal âhengin bulunması da mümkün değildir.
Yalan’ın yaygınlaşması bunun en bâriz ipucudur. Bu, aynı zamanda, yalan’ın meşrûlaşması/meşrûlaştırılması demektir.
Hem, “Yalanla îmân bir arada bulunmaz” diyeceksiniz, -ki, öyledir-hem de, sabah akşam yalanla yatıp kalkacaksınız!..
Fuhuş/zinâ, bir başka kültür yıkımı’dır. Âileyi çökertme harekâtıdır. Bilhassa, gençliği, p(i)sikolojik ve fizikî tahrip usûlüdür. İlâhî emir nedir, yapılan nedir, bunun muhasebe ve muhakemesini yapamayan/yapmayan bir kavim/topluluk/cemiyet/halk/millet, geleceğine dâir hangi ümit ve emelleri besleyebilir?
Bu fiil; hele de, bizzat Devlet tarafından, kanunlarla “serbest” bırakılırsa, artık, yıkıma, sınır yoktur.
Yâni, bu; bir toplum, ‘zinâ’yı âdeta ‘meşrû görüyor, demektir!.. Nasıl bir idrâk, anlayış ve körlüktür ki, kimseciklerden de ses-sedâ yoktur.
Dînî/İslâmî bir tâbir olarak fâiz, -târîfi çok sâde ve basit olduğu hâlde- halk arasında en çok konuşulup tartışılan bir konudur. Fakat, fâize şiddetle karşıyım diyenlerin bile, fâizi baştâcı yaptığı bir dönemde, ‘yalan’ yine vazifesini yapmakta ve fâizi sanki başkaları yapıyor/teşvik ediyor intibaı verilmektedir. Bu durum, korkunç derecede bir tahrik ve tahriptir.
Adam; mâsûm insanlara kurşun yağdırıyor; adam, mâsûm insanları onlarca bıçak darbesiyle öldürüyor ve o adam (!), önce “müebbet” denilen bir cezaya çarptırılıyor ve çok geçmeden de -birkaç sene içinde- salıveriliyor. Ne yazık ki, buna da ‘adâlet’ deniliyor. Zirâ bu zat; hapisten çıkar çıkmaz, başkalarını, yine, ya kurşunlarıyla yahut da bıçakla delik deşik ediyor.
Ne yazık ki, bu durum yaygınlaştıkça ‘kanıksanıyor/alışkanlık hâline geliyor, fakat, çaresizlik devam ediyor. Kadın cinâyetleri, doktor cinâyetleri, avukat cinâyetleri…netîce îtibâriyle ‘birer’ cinâyettir!..
Adam kayırmacılık, liyâkate ehemmiyet vermemek de ahlâkî çöküntüyü ve hâliyle ‘kültürel tökezlemeyi’ dâvet eden bir dîğer unsurdur.
Siz, kitap sayfalarındaki şatafatlı ‘kültür târîfleri’ ile zaman harcayıp, Batı, bizim başımıza bu işleri musallat etti, derken, hâlâ başınızı kaldırıp gelen tehlikenin nereden geldiğini ve nerede yuvalandığını anlamamışsanız/anlayamamışsanız/anlamak istememişseniz, duvara konuşmamın da hiçbir mânası ve faydası yoktur. Sözüm, anlayanlaradır!..
Başkalarını hakîr görüp, tepeden bakmak; onları, şu veya bu sıfatla niteleyerek aşağılamak, dolayısiyle, kendini ‘dev aynasında seyir”; söylenen sözlerdeki müstehcene varan argolaşma, dilin/lisânın da bozulmasına sebep olur ki, bu durumun, bilhassa yeni yetişen nesiller üzerinde ‘p(i)sikolojik’ tesirleri çok büyük olan menfî bir tavırdır.
Büyüklerin ağzından, kaba, çirkin, müstehcen ve argo kelimeler çıktıktan sonra, “utanmak” fiili de, hakîkî mânasını kaybeder ki, hemen hemen de kaybetmiştir.
Çocuklarımıza ve gençlerimize, kibarlığı, nezâketi, hoşgörüyü, yardımseverliği, komşuluğu; insân, vatan, bayrak ve her türlü canlı-cansız sevgisini nasıl teklif ve telkin edeceğiz?
“İnsanlara güzellikle söz söyleyiniz” (Bakara, 83) âyet-i kerîmesini, bu sözlerin neresinde tahlile tâbi tutacağız?
Tabiî ki; bütün bunların, ısrarlı bir şekilde uygulamada bulunduğu bir ülkede, kültürün şahlanmasından bahsetmek abesle iştigal olur. Böyle bir muhitte, ‘adâlet’ zâten, kendiliğinden kayıplara karışır.
Adâlet olmayınca, hoşgörü, yardımlaşma, tevâzû, nezâket, hürmet, cömertlik, liyâkat, sevgi, müsamaha…gibi insânî vasıflar da silinmeye yüz tutar. Târihten süregelen asîl kıymet hükümleri, yerini başka başka âdî ve bozuk telâkkilere terke başlar…
Bir şey var ki; bunların pek çoğu, o an için farkedilmez; fakat, farkedildiği zaman ise, vakit çoktan geçmiş olur!..Maalesef, bu safhadayız!..
Şu anda, Türkiye, böyle bir geçişi yaşamaktadır.
Yalan, yaygındır.
Fâiz ve zinâ, serbesttir, meşrûlaşmıştır.
Hayâ/utanma hissi kalkmış vaziyettedir.
Kayırmacılık ve kötü söz en üst ‘mevkide’dir.
Cinâyetler, mutad bir hâl almıştır!..
Peki; mes’ul ve salâhiyetliler tarafından bu tahribatları önleyici herhangibir tedbir düşünüldüğüne şâhit miyiz? Hayır!..
Mes’elenin bir başka cephesi de, ne yazık ki, budur!..