M. Halistin KUKUL

“ORTAÇAĞ KARANLIĞI”

M. Halistin KUKUL

     Sık sık duyduğumuz ve söyleyenlerce de alenen ne olduğu belirtilemeyen fakat îmâ yoluyla ifadeye çalışılan bir kavram olarak “Ortaçağ Karanlığı” veya “Ortaçağ Zihniyeti” tâbirleri, artık, mîde bulandırmaya da başlamıştır.

    Mübârek dînimizi istismar edip siyâsete âlet edenlerin de zemin hazırladığı bu husus, bâzı fikri sapık kimselere, ne yazık ki, fırsat vermekte ve malzeme almaktadır.

      Bir defa, şunu ifade edelim ki, Türk milleti olarak, bu tâbirleri çağrıştıracak hiçbir mâzîye sâhip değiliz. Türk milleti ve İslâm dîni mensubu olarak, dâima iftihar edilecek bir geçmişimiz vardır. Münferit hâdiselerin topyekûn herkesi ihâta edemeyeceği tabiîdir; ancak, bâzı kişilerin bâzı sözlerini bahane ederek “İslâm”a ve Türk milletine saldırılmasının da, haddi aşmak olduğunu söylememiz gerekir.

       Marksist-ateist-deist veya başka maksatlı kişilere “fırsat” veren gaafil ve istismarcı sözlerin, her yaştaki insanımızın üzerindeki tehlikesini defalarca dile getirdiğimiz gibi, doğrudan doğruya İslâm’a karşı olan kişilerin, mâsûm, mübârek ve muazzez dînimize hücûm etmesini de asla ve kat’a hoş görmemiz mümkün değildir.

       Bir defa, bu “câhil” ve “gaafil” kimselere şunu söylememiz gerekir ki, “Ortaçağ” ile, Türk milletinin ve İslâm âleminin yakından uzağa hiçbir alâkası ve irtibatı mevcut değildir/yoktur.

       Nasıl bir cehâlettir ki, kasıt ve bilgisizliğin de ötesinde, terbiye sınırlarını da aşan bir tavırla, “Ortaçağ Karanlığı” veya “Ortaçağ Zihniyeti” tâbirleri, ısrarla söylenmektedirler.

      Önce; bu ‘karanlık ve maksatlı zihniyetliler’e Ortaçağ’ın ne olduğunu söylememiz gerekecektir:

      Ortaçağ; târihte, “İlkçağ” diye adlandırılan dönemle, “Yeniçağ” arasında geçen/yaşanan dönemdir.

      Yâni; M.S. 476-1453 yılları arasını ihtivâ eder.

      Peki; bu “Ortaçağ” kimin nesiymiş ki, bu “karanlığı” ve onu inşâ eden “zihniyeti”, 29 Mayıs 1453 târihinde, büyük Türk Sultanı Fâtih Mehmet Han yıkmış ve yerle bir etmiştir?!..

        M.S. 476-1453 târihleri arasında yâni Ortaçağ’ın tam ortasında, yedinci yüzyılda İslâmiyet zuhûr eder. Böylece; onuncu asırdan îtibâren, Türk milletinin de içinde bulunduğu İslâm âlemi, dünyanın dört bucağına medeniyet taşımaya başlar. İlimde, san’atta, kültürde, askerlikte, siyâsette öncü ve numûne olur.

         Bu da şu demektir ki; Avrupa ve onun bağlı bulunduğu Papalık, derebeylikle zulüm yaşarken hatta hamamı/banyoyu/yıkanmayı bile bilmeden yaşarken, İslâm âlemi, dünyaya ışık tutacak ilmî ve ahlâkî değerleri yaşıyor ve yaşanması için gayret gösteriyordu(k).

       Demek ki; Ortaçağ’ı, bize mahsus bir “karanlık çağ” olarak telâkki edenler târih bilgisinden de mahrûmdurlar.

       Türk ve İslâm dünyası, antik çağ diye adlandırılan Yunan k(ı)lasiklerinden tercümeler yapıp, matematikte, astronomide, biyolojide, coğrafyada eserler yazarken, Avrupa, cehâlet yaşıyordu.

      Ne yazık ki, en vahşî Haçlı saldırıları da bu dönemde yaşanmıştır. Ortaçağ karanlığına bürünen Avrupa, hazımsızlığını ve kinini her safhada gösteriyor ve durmadan binbir entrikayla bize/Türk milletine savaş açmaktan geri durmuyordu. Bu durum, ne yazık ki, Haçlı Seferleri adıyla 1096’da başlamış, 1453 târihi olan İstanbul’un Türkler tarafından fethine kadar sürmüştür.

     Muhakkaktır ki, bu dönemde, Avrupa, ahlâksızlık batağına gömülmüşken, Peygamber Efendimiz ile, başlayan “Asr-ı Saadet” dönemi, dünyanın pırlanta dönemini yaşamıştır.

      İslâm tarihi; Eshab-ı Kiram, Aşere-i mübeşşere, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn, mücdehitler, âlimler, evliyâ-yı kiramla devam ederken, Türk tarihi Gazneli Mahmudlar’la, Alparslanlanlar’la, Melikşahlar’la, Nizamülmülkler’le, İmam-ı Azamlar’la, Buharîler’le, Fârâbîler’le, Kılıçarslanlar’la, Osman ve Orhan Gaziler’le, Fatih Sultan Mehmetler’le, Kanuni ve Yavuz Sultan Selimler’le şahlanarak ilerliyor, ilim ve san’atta da, Bîrûnîler’le, Fârâbîler’le, İbni Sînâlar’la, Ahmet Yesevîler’le,  Yûsuf Has Hâcibler’le, Kaşgarlı Mahmudlar’la, Mevlânalar’la, Yûnus Emreler’le, Uluğ Beyler’le, Ali Kuşcular’la, Hârizmîler’le, Kâtip Çelebiler’le, Piri Reisler’le… muhteşemlikler yaşıyordu.

      Siyâsî muarızlarına karşı çıkmak adına, bilerek veya bilmeyerek ecdânına –hakarete varan sözlerle-  cephe alanların, “Ortaçağ Karanlığı” veya “Ortaçağ Zihniyeti” derken iyice düşünmeleri gerekir!..

       Sosyolog-mütefekkir S. Ahmet Arvasi, “Hümanizm ve Ortaçağ Üzerine” başlıkla makalesinde şöyle der:

      “Felsefe tarihçisi Alfred Weber’e göre, Batı Dünyası’nda, Ortaçağ Kilisesi’nin baskısı ve bitmeyen zulmü, Avrupalı’nın eski Yunan ve Roma putperestliğine sığınmasına yol açmıştır ve Batılı fikir adamları bu harekete “hümanizm” adını vermişlerdir.  Böylece, “…Virgilius’un ve Homeros’un dini, Hz. İsa’nın dininin yerine, neşeli Olimpos, ciddi Golghota (güya Hz. İsa çarmıha gerildiğini sandıkları dağ)’ın yerine geçiyordu. Yehova, Hz. İsa, ve Hz. Meryem ise Jüpiter, Apollon ve Venüs oluyorlardı. Kilisenin azizleri, Yunanistan’ın ve Roma’nın tanrıları ile karışıyordu; bir kelime ile müşrikliğe (le paganisme) dönülüyordu.” (A. Weber, Felsefe Tarihi-H.V.Eralp-Sf: 161. 1949)

  1. Ahmet Arvasî, yazısına şöyle devam ediyor: ”Ortaçağ kavramına gelince…Bu kavramın, Batı Medeniyeti’nde ve İslâm Medeniyeti’nde çok farklı mânâ ve muhtevaları vardır. Batı’da Ortaçağ, cehâlet, taassup, zulüm, işkence, ingizisyon, esaret ve sefalet demektir. “Roma imparatorluğunun, her şeyine varis olan Kilise, Ortaçağa hükmeden büyük kuvvettir. Onun dışında asla kurtuluş yoktur; onun dışında asla ilim yoktur. Onun ifade ettiği şekilde akide (le dogme)hakikattir. O hâlde onu aramak söz konusu değildir. (a.g.e., Sf. 121).  İşte Batı’da “Ortaçağ” ve “Skolastik” budur…

     Bizim “çeyrek aydınımız”, Batı’nın bu kavramlarını, aralarında asla bir benzerlik bulunmayan İslâm Medeniyeti için de kullanmaya kalkışır. Batılı ilim ve fikir adamlarının Kilise karşısındaki tepkilerini, sanki aynı şeylermiş gibi İslâm’a yöneltmeye çalışır ve tabii yanılmakla kalmaz, gülünç duruma da düşer. Bakınız, bu konuda çağdaş sosyologlardan Prof. Carle C. Zimmerman ne diyor:

       “İslâm tarihi, Batı tarihinden, birçok memleketlerde, belirli surette farklar arzettiğinden, Garp Sosyolojisi’ndeki fikirleri İslâm Dünyası’na ithal etmek son derece güçtür…Biz, M.S. ki 600 yılından 1000 yılına kadar süren karanlık çağımızı yaşıyorken, İslâm Dünyası, altın çağında idi…”(Yeni Sosyoloji  Dersleri, C.C. Zimmerman-Çev. A. Kurtkan, İstanbul, Sf. 5) ” (Bknz. S. Ahmet Arvasî, Size Sesleniyorum-1, Model Yayınları, İstanbul, 1989, Sf. 349-350)