Sacit ACAR

ORTAYA KARIŞIK

Sacit ACAR

Bir zamandır ne elim ne de kafam yazmaya gitti ne de kendimde öyle bir enerji hissettim. Fiziken de çok rahat değildim aslında. 4 ay kadar önce işgüzarlık ederek evimizin garajına inip zor günlerde su baskınları için yaptırdığımız kuyuyu kontrol ederken bir ayağım kayarak içine düştü. Önce ne olduğumu çok anlayamayarak acildeki Doktorun kırık yok deyişine güvenerek yaşamaya devam ettim. Okuldaki derslerim aksamasın, işlerimi normal ritminde takip edeyim diyerek ortalarda biraz da sekerek dolaşıp durdum. Yakın dostluklarda bulunduğum doktor, sağlık elemanı gibi yakınlarımın “Yumuşak doku zor iyileşir biraz daha sabret” türündeki telkinleri de de tuz biber oldu süreci uzatmama. Nihayetinde eşimin bu böyle olmayacak şunu bir bilene danışalım, tavsiyesiyle biraz da emrivaki olarak YILMAZ TOMAK hocanın önünde buldum kendimi. Hoca ne film ne de MR çektirme gereği bile duymadan “Ayak Tendonlarınız kopmuş bunun çaresi ameliyat” deyiverdi. İşte tam da o anda AŞİL TENDON denen o kordonun ne denli hayati ne denli önemli olduğunu ve sporcuların korkulu rüyası olduğunu anlayıverdim. Neticede ameliyat masasına yatıp sağ ayacığımın arkasında topuktan itibaren 13 cm. lik o yırtığı ve içindeki bağların bağlanmasını ehil ve tam bir otorite olduğunu gün geçtikçe daha iyi fark ettiğim YILMAZ Hocaya yaptırıverdim.

 

Buraya kadar olanlar tamamen işin hikâye kısmıydı aslında. Asıl felaket bundan sonra başladı. Sağ bacağımın parmak ucundan kasığıma kadar yapılan o alçı denen kâbus 2 aya yakın bir zaman beni yaşam ve sosyal dünyamdan tamamen uzaklaştırdı. Havanın güneşli olup olmadığı, yağmurun yağıp yağmadığı, rüzgârın hangi şiddette esip esmediği hiç mi hiç ilgilendirmedi beni. Karda yollarda kalanların, toplu taşım otobüslerinin çalışıp çalışmadığı pek umurumda olmadı kesinlikle. Ben kapımın çalınmasıyla; “Nasıl oldunuz acaba” diyenlerin gelişiyle daha çok ilgilenip meşgul ettim kendimi. Telefonumun her çalışında unuttum ayağımda taşıdığım o en az 100 kg hissettiğim kümbet gibi kütlenin bir mimari şaheser oluşunu. Dostlukların, samimiyetin, hasta ziyaretinin insana ne büyük zevkler verdiğini, insan gönlünün ne kadar naif ve kırılgan olduğunu yattığım 2 aylık zaman içinde daha çok anladım. Giden gelenlerin çetelesini dakika dakika tutuşum boşuna değildi.

 

Aslında ülkelerde ve dünyada neler neler yaşanmıştı. Ortalık bir toz duman bulutu gibiydi adeta. Televizyonlardaki açık oturum programlarının insanda moral namına bir şey bırakmadığı gibi, sataşmalar kavgalar sürtüşmelerle dolu dolu geçiyordu geceler. İnsan konuşulanları dinleyince nede çok hiddetleniyor aslında. Gruptan birileri diğerine oldukça ağır saldırılarda bulundukça, doğru zannettiğim birçok şeyin hiçbir değeri ve önemi kalmıyordu. Aklımda olanlar, yaşadıklarım hatta bu yaşa kadar biriktirdiklerim birdenbire yok oluyordu bir bir.

 

Memlekette savaş çıkmış, ortalık kan gölü. Her gün vatanın evlatları tek tek veya toplu olarak ölüyorlar ama bunlar normalmiş gibi hatta gülerek anlatılabiliyor. Anlamakta zorlanır olmuştum. Duygularım bitmiş yok olmuş, bildiğim tüm değerler kaybolmuş memleketimde kabadayıca, hamasi bir anlayış hakim ve insanlar yaşamaya devam ediyorlar.

 

Evime kapanıp kalmak bende duygu namına bir şey bırakmamış anlaşılan. Her şey olduğu gibi kabul edilmek durumunda. Öyle ki toplum başına gelenlerin sorumlusunu aramak gereğini bile duymuyor artık. İşte salgın da başladı. Korona denen bir illet can almaya da başladı ki sonumuz hayır olsun..